14 Şubat 2011 Pazartesi

Açılırsa Eski Defterler

Bilgi Enflasyonu
Bir günü, bir haftayı, hatta bir ayı işgal edip sonra sönüp giden olaylar... Birkaç senedir pek takip ettiğim meseleler değildir. Eskimeyen bilgilerin peşindeyim. Niye hala Aristo’yu okuduğumuzu düşünüyorum. Modası çabucak geçen bir şeye emek vermek çok mantıklı gelmiyor bana. Ama bir şehrin günlük hava durumunu her gün takip etmesek de iklimini bilmek gerekir. Çok tartışılan bir dizinin üzerinden ortamın bir analizini yapmaya, günü kurtarmanın doğasını, tarafsızlık adına girişilen tarafgirliği, kendini okuryazar sananın cehaletini, modernleşme yolunda edepsizleşmeyi ve sorgulamaya nerden başlanacağını sorgulamak için bu makaleyi yazıyorum.

Siyasilerin, dernek başkanlarının, yapımcıların, futbolcuların basına yansıyan günlük tartışmalarının bazen nasıl kızıştığına hayret ederim. Öyle bir üstünlük savaşı ki herkes günün galibi olmak ve günü kurtarmak için olağanüstü bir çaba harcıyor. Birisi haksız çıkarsa yeni bir iddia ile bu örtülüyor. Günün galibi ve mağlubu hakkında yazılıp çizilenler bir hafta sonra okunamayacak kadar eskiyor. Bir günün gündemi en çok meşgul eden olayları ve en hararetli tartışmaları bir hafta sonra hafızalardan siliniyor.

İddia ile İddiayı Örtmek
İşte böyleydi Muhteşem Yüzyıl dizisinin tartışmaları. Şimdi internette arasanız bulamazsınız olayların akışını. Kim niye itiraz etmiş ve kim nasıl cevap vermiş. Yerlerinde "Muhteşem Yüzyıl izle, son bölüm, fragman, dizi izle, HD, divx, şu sahnesi bu sahnesi" sonuçları esiyordur. Tarihe not olsun diye tartışmaları burada bir bir aktaracaktım ki zaten değersiz olan bir yazıyı iyice değersizleştirir diye vazgeçtim. Ama genel olarak vicdan sahiplerinin itirazları tuhaf iddialarla bastırılmıştı.

Konuşmak, haklı çıkmak için yeter sebep olmuş. Doğru ya da yanlış olduğunun bir önemi kalmamış. Söylentiler ve iftiralar ile masum insanların halk nazarında nasıl suçlu ilan edildiğini gördük. “İddialar asılsız!” diye başlayıp “hakkımızı arayacağız”, “baskı rejimini yıkacağız”, “özgürlük istiyoruz”, “İran mı oluyoruz” diye devam edip bilerek veya bilmeyerek zeytinyağı gibi su üstüne çıkma yöntemlerini de müşahede ediyoruz. Yeter ki konuş da tarafsız basın tarafsızlığını bozmadan söyleyemediği şeyleri seni söyledi diye tarafsız olarak verebilsin. Hem aran iyiyse basın sana sahip çıkar ve günün galibi sen olursun.

Günün galibiyetine oynayan siyasiler, dernek başkanları, yapımcılar ve futbolcular yalnız değil. Onlarla aynı fikri savunanlar basında, klavyede, kürsüde renklerini belli ediyor. “Basında güven”, “Tarafsız haber” gibi sloganlarla ortaya çıkan basının tarafsızlığını tartışmaya lüzum yok. Klavyeye gelince, cahilin eline klavye geçmeyegörsün.

Cahilin Mantığı
Kendinde olanla başkasını suçlama, açık konuşup tartışmanın hedef haline gelmekten “anlamak zor” deyip imada bulunarak sıyrılma, aşırı övme ve aşırı yerme ile inandırıcılık kazanma, kendi fikrini tek gerçek gibi gösterme, soru sorarak fikir beyan etme, milleti kötüleme, dengi olmayan birine çatma, kendini tarafsız gibi gösterme… Bir haberin altına yazılmış ve eskiyen tartışmaların eskimeyen üsluplarından bazılarını içeren şu üç yorum dikkatimi çekti:


İlk yorumcu ile ikinci yorumcu, bir tarihçi edasıyla dizinin gerçekler olduğunu, bu gerçeklerin gün yüzüne çıkması gerektiğini, ancak halkın bundan rahatsız olduğunu yazmış. Üçüncü yorumcu ise arkadaşlarına dizidekilerin gerçekler olduğunu nereden bildiğini sormak yerine haberle de alakası olmayan koskoca bakana (muhtemelen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf) sormuş haremin nasıl olmadığını nereden bildiğini.

Ben tarafsızlık adına girilen bu çelişkiyi anlamıyorum. Üçüncü yorumcu tarafsızmış gibi gerçeğin ortaya çıkması için “nerden biliyorsunuz” diye arkadaşlarına çatacağına gitmiş bakana çatmış. Yorumcunun aklında bir “gerçek harem” imajı yoksa eğer koskoca bakana karşı çıkması, Amerika’nın keşfi hakkında hiçbir fikri olmayan bir öğrencinin tarih öğretmenine “sen o gemide miydin ki bana bunun tarihini söylüyorsun” demesi gibi abes olur. O halde yorumcunun aklında ya dizidekine uyan ya da dizidekine aykırı bir “gerçek harem” imajı vardır. Eğer dizidekine aykırı bir “gerçek harem” imajı varsa bakanla aynı görüşe sahip olacağından bakana karşı çıkması kendine karşı çıkması demek olur. Eğer aklında dizidekine uygun bir “gerçek harem” imajı varsa da önce “Ben haremde bulundum mu ki dizinin gerçeği yansıttığını düşünebiliyorum?” diye kendisine sorması gerekir.

Alvarlı Efe Hazretleri'nin nasihatının manasını şimdi daha iyi anlıyorum. Onun nasihatini burada hatırlatıp eskiyen tartışmaların eskimeyen üsluplarını incelemeye devam edeyim:
Konuşma cahil-i nadan ile gel ehl-i irfan ol
Hakir ol alem-i zahirde sen ma'nada sultan ol
Gerçek Peşinde Gerçekten Uzaklaşmak
Bir çelişki de gerçeğin ortaya çıkmasını isteyen bu yorumcuların dizinin gerçekten uzaklaştırdığını fark edememeleri. RTÜK’ün uyarı cezasına muhalefet eden tek üye olan Hülya Alp dahi bu dramanın "görüntülü tarih dersi" olarak algılanmasına da gerek bulunmadığını belirtti. Eğlence için yapılmış bir diziden beklenen, bir tarih dersi olması değil sabahtan akşama kadar işiyle ve dün akşamki dizinin muhabbetiyle meşgul olup evine gelen insanları akşamdan sabaha kadar da yeni bölümle oyalaması, eğlendirmesidir. Böyle bir dizi, bir zevk-i süflî nin dalâletten neş'et eden ruhun ızdırabatına bulduğu tek bir ilâcıdır.

İkinci yorumcunun demesi gibi kafasını kuma, televizyona, eğlenceye gömerek yaşayan için gerçekleri görmek ağır geliyor. Kimisi dinden sorulduğunda kaçacak delik, arkasına saklanacak bir bahane arıyor. Başörtüsü dini hatırlatıyor diye hayattan silmeye çalışıyor, cahil kadınlar örter imajı veriyor. Hatta dünyanın faniliğini hatırlatıp pazarlamaya ket vuruyor diye gözden kaçmadıkça hiçbir reklamda kapalı kadın göstermiyor. Dükkânda, işyerinde, arabada, otobüste, sokakta, caddede oyalasın diye müziğini açıp dinliyor. Ancak Bediüzzaman ne güzel söylemiş:
İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. (Tarihçe-i Hayat, s. 80)
İnsanın kendi ölümünü hatırlaması nefsine hoş gelmez ve ölüm sonrası, haşir ve hesap kelimelerini duymak istemez. Gerçekleri öğrenmek ve yaymak isterse yapar. Ama birinci yorumcunun demesi gibi halkın hayati gerçekleri öğrenmesi niye bazılarını rahatsız eder? Yeri gelmişken hatırlatma olsun diye işte ölüm hakikati:
Risale-i Nur'dan Gençlik Rehberi'nin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat'î ve zahirdir ki; bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasılki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de: Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var. İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacık hülâsası şudur:

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes'elesidir. Evet çaresi var ve Risale-i Nur Kur'anın sırrıyla o çareyi iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmiş. Kısacık hülâsası şudur ki:

Ölüm ya i'dam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir.

Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Bu hakikatı "Gençlik Rehberi" bir temsil ile isbat etmiş. (Asa-yı Musa, s. 13)
Sıra Kürsüde
Birinci yorumcu halkın tarihi gerçekleri öğrenmesinin bazılarını rahatsız etmesini anlayamamaktan şikâyet ededursun, ben bu iki çelişkiye kafa yorup anlamaya çalışayım derken Illinois State Üniversitesi'nde edebiyat ve sinemada Doğu medeniyetlerinin resmedilmesi üzerine ders veren, doktora çalışmasıyla dünyaca ünlü Smithsonian Enstitüsü'ne kabul edilen en genç akademisyenlerden olan Beyazıt Akman, Batı'nın harem fantezilerinin bizzat kendi insanımız tarafından tarihsel gerçeklik olarak alınmasına bir anlam verememiş. Herkesin anlayamadığı şey de kendine göre demek ki.

Bir kürsü sahibinden bahsetmişken günün galibiyetine oynayan siyasiler, dernek başkanları, yapımcılar ve futbolcularla aynı fikri savunan klavye sahiplerinden kürsü sahiplerine geçelim. Türkiye’nin en büyük tarihçilerinden kabul edilen İlber Ortaylı bu tartışmalarda her iki kesime referans olmuş. Mesela Gültekin Avcı, bahsi geçen diziyi eleştirdiği bir yazısında İlber Ortaylı’dan alıntı yapmış:
İlber Ortaylı'nın bir cevabı geldi aklıma. Sanırım İstanbul Kanatlarımın Altında filmiyle ilgili konuşuyordu. "Ben sanatçıyım, tarihe uymak zorunda değilim falan diyorlar, ama saçmalamak zorunda hiç değilsiniz" demişti hoca.
Muhteşem Yüzyıl hayranları da İlber Ortaylı’nın bahsi geçen dizi ile ilgili açıklamasını paylaşmışlar her yerde:
Daha iki parçası gösterilen bir dizi için kıyametin erken koparıldığı kanaatindeyim, hele mevki sahiplerinin bu biçimde film tenkit etmelerini pek uygun bulmayanlardanım. Filmin kusurlarını, zayıflıklarını ve maksadı aşan hücumları bir tarafa bırakalım.
Ancak böyle bir açıklamayı, 2006 yılının sonunda basılan Son İmparatorluk kitabında şunları söyleyen birinden beklemezdim doğrusu:
Harem eğlencelik bir yer değildir, her şeyden önce bir evdir. Hiç değilse her ailenin evi kadar saygı gösterilmesi gerekir. Topkapı Sarayı'nın Harem dairesi önceden öğrenerek sessizce ve edeple gezilecek bir yer olmalıdır. (Son İmparatorluk Osmanlı, s. 79)
Saltanat sütten çıkmış ak kaşıktır veya değildir, oğlunu öldürtmüştür veya öldürtmemiştir, tarihteki devlet adamlarını çok yüce görürüz veya görmeyiz, harem şöyledir veya böyledir diye devam eden tartışmalar edeple çekilip edeple sunulan bir dizi ile de devam edebilirdi. Dogma olduğu düşünülen bir tarih anlayışına daha edepli bir şekilde de meydan okunabilirdi. Ancak o zaman hoşgörüden bahsedilebilir. Bu haliyle dizide Kanuni'nin İbrahim Paşa ile bakışıp göz kırpması bile eşcinsellik şeklinde yorumlanabildi. Balık baştan kokar derler. Dizinin emanet edildiği yapımcının ciddiyetsizliğini varın siz tartın:
Banu Güven: Dizide içki içildiği konusunda eleştiriler var.
Meral Okay: Hayır ama içilmiyor. Şerbet ikramı yapılıyor. Kanuni de şerbet içiyor.
Banu Güven: Tarihçiler içtiklerini söylüyor aslında.
Meral Okay: Bizim Kanunimiz şu anda içki içmiyor. İleride canı çok sıkılırsa içer belki.
Yapımcıyı tartışıp bir hafta sonra okunamayacak satırlar yazmak yerine Mevlana’nın eskimeyen bir sözünü nakledeyim ve sonra her zaman taze olan edeb konusuna değineyim:
Suskunluğum asaletimdendir,
Her lafa verilecek bir cevabım var.
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye.
Edeb Ya Hu
Dizinin o kadar sorumsuz olmayan tarih danışmanı Doç. Dr. Erhan Afyoncu, tarihçi mesuliyeti var diye danışmanlık yapmaya başlamış. “Gayriahlâkî ilişkiler olsaydı, danışmanlık yapmazdım” diyor. O da bir ölçü, kötünün iyisi ama ben en azından İlber Ortaylı’nın edep anlayışında ısrar ediyorum. Dekor ve kostüme insanüstü bir çaba harcandığını söyleyen tarih danışmanımız, Hürrem Sultan’ın en azından şu portresini inceleyip edep noktasında bir gayrimüslimi bile utandıracak seviyede kostüm tasarlanmasının önüne geçseydi keşke:

Keşke harem ve kadın faktörünün çok fazla ön plana çıktığı eleştirilerine şöyle cevap vermeseydi:
Dizi sadece Kanuni dizisi değil. Öyle olsaydı adı “Muhteşem Süleyman” olurdu. Hürrem Sultan’la Kanuni’nin birlikte ele alındığı, aşklarının ve dönemin anlatıldığı bir dizi. Harem, o dönemin bir gerçeği.
“Aşk elbette olacak, ama Batı'nın harem fantezileri ile değil.” diyebilseydi. Bediüzzaman’ın Kur’andaki edeb ile Avrupa'dan tereşşuh etmiş hâzır edebiyatın yabanî edebini kıyaslarken yaptığı şu edebsizlenmiş edeb tasvirinde kendini tartsaydı:
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zâhiren der: «Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.»

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
“Harem, o dönemin bir gerçeği” diye Hürrem Sultan ile Kanuni’nin özel hayatının tasvir edilmesinden çekinilmemesinden daha garip bir şey varsa o da böyle bir Muhteşem Yüzyıl’ın reytingde 40,5 izlenme payına ulaşmasıydı. Açıktan ne yayınlanırsa izlenir olmuş. Kolay gelinmedi bu günlere. Güven Adıgüzel, başta Arap dünyası, Türk cumhuriyetleri ve Balkanlar olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinin yoğun talebiyle oluşan “reel ticari piyasası”nın Türk dizilerinin yapımcılarının iştahlarını kabarttığını söylediği yerde şunu da söylüyor:
Bu bağlamda Fatmagül’le tecavüze doyan, Aşk-ı memnu’yla yürekleri titreyip, Yapmak Dökümü’yle kendine gelen necip Türk halkına erotizm soslu, tarih fonlu bir şeyler servis etmenin de tam zamanıydı. Kanuni’nin yarım asırlık padişahlık hayatı da ‘birini getirin de hele bir halvet olalım’ tadında geçip gitti zaten değil mi? Yapımcıyı tekrar tebrik ediyorum buradan.
İlerleyen Gerileme
Tarihe not düşülsün ki bir zamanlar böyle değildik. Dinci diye etiketlenmekten korkup ev dışında terk edilen “iyiliği emredip kötülükten alıkoymak” vazifesinin henüz ev içinde terk edilmediği zamanlar vardı. Çoluk çocuk izlenmezdi her şey. “Şeytanlar çıkmış gene” diye kapattırılırdı evin dedesi tarafından. Yasalardaki açıklar kollanıp RTÜK bir uyarı cezası verene kadar çocukların televizyon izleyeceği saatlerde olmadık dizilerin olmadık görüntülerinin defalarca reklamı yapılmazdı. 2010 yılındaki bir söyleşisinde Türkan Şoray, bir zamanlar yapımcının direttiği bir sahnesinden dolayı oynamayı reddettiği film için artık “devir değişti, genç olsaydım oynardım” diyebiliyor.


Birisi bu gidişatın varacağı yeri sezerek serzenişte bulunmuş. Ama ne cehalet... Atatürk’e peygamberlikle ilahlık arasında bir yer seçemeyen şairlerin şiirlerini okudum ama padişahlara peygamber muamelesi yapıldığını da ilk defa sözü geçen dizinin tartışmalarında duydum. Birçok kişi bahsedince kim bu “padişahlarına peygamber muamelesi yapan dinciler” diye de merak etmeye başladım. Atatürk’ü yere göğe sığdıramayan bütün antolojiyi değil ama numune olsun diye Edip Ayel’in şiirini burada verelim:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvi
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Yorumcunun Atatürk'ün dizisine de sıra gelir mi, gelirse ne olur diye sorgulaması güzel. Umarım samimiyetle sormuştur bu soruyu. Bu yazıda “Atatürk'ün dizisine de sıra gelir mi, gelirse ne olur” sorusunu incelemeye sıra geldiğinde umarım gocunmaz. Kendisini şu temsil ile test edebilir. Kimyacılar ve fizikçiler bir maddenin gerçek sıcaklığını bulmak için Celcius termometresinin gösterdiği değerden 273 çıkarırlar. Muhteşem Yüzyıl dizinin yapımcısı da Harem gerçeğini göstereceğiz diye kimyacı ve fizikçilere uymuş ve ahlâk termometresinde sıfır civarında gezmiş. Zaten sıfırın altında olan birinin dizisini gerçekleri göstereceğiz diye yapacak olsa vay halimize.

Muhteşem Yüzyıl dizisinden en çok rahatsız olanlar Hürrem Sultan’ın torunları olmalı. Annennesinin meşru hallerinin gayrimeşru görüntülerinin yayınlanması Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu’nun çok gücüne gitmiş. Kimin gitmez ki? Bir de pişkin pişkin “Beğenmiyorsan kendin dizi çek” diye cevap verilirse... Bana Minyeli Abdullah’ın maruz kaldığı durumu hatırlattı bu pişkinlik:
İşte dünya!.. İşte insan!.. Şurada karşıma bir ayı çıksaydı, beni bir pençede parçalar yerdi. Ne söverdi, ne döverdi, ne de inancımla alay ederdi. Şimdi kime gideyim, derdimi kime anlatayım, kimi şahit tutayım ve hangi adliyeden hakkımı isteyeyim?.. (Minyeli Abdullah, s. 28)
Şimdi kime gitsin Osmanoğlu? Kendi dizimizi çekeceğiz diyebilmişti. Şimdi ne Kanuni’den korkup dizi namına yapılan fuhşiyatı Kanuni’den korkusuna yüz yıl yasaklayan bir Fransa var, ne de şöyle bir ferman sahibi bir Kanuni var:
Ey Fransa Kralı Fransuva, Sefir-i kebirimden aldığım mazhara göre malumatım olduki, memleketinde dans namında ala mele-innas fuhşiyat ve Lubiyat yapıyormuşsun. İş bu name-i humayunum eline vusulunden itibaren bu melanet ve rezalete son vermediğin takdirde orduyu Humayunum ile gelip seni kahretmeye muktedir olurum. (Hammer)
Biz pek bilmeyiz bu fermanı ama Avrupalılar çok içerlemişler. Avrupalılaşma yolunda güzellik yarışmalarının resmi olarak ilki 1929 yılında Mustafa Kemal'in isteğiyle Cumhuriyet gazetesi tarafından tertib edilmiş. Daha sonra 1932 yılında Belçika'da yapılan yarışmada dünya güzeli, seçilen Türkiye temsilcisi Keriman Halis rezili için jüri başkanı şu ibretli konuşmayı yapmış:
Sayın jüri üyeleri! Bugün Avrupa'nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hakimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika'nın ve Rusya'nın hakkını inkar edemeyiz. Neticede bu Hıristiyanlığın zaferidir. Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tâcı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş. Bu önemli değil. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz.

Bir zamanlar Fransa'da oynanan dansa müdahale eden Kanunî Sultan Süleyman'ın torunu işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir. Kendisini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanların geleceğinin böyle olması temennisiyle Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa'nın zaferi için kaldıracağız. (Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu, s. 269)
Bununla yetinmeyip Kanuni’nin ve Hürrem Sultan’ın temsilini bir fuhşiyata alet ederek, Güven Adıgüzel’in tabiriyle en -rahatsız oryantalistlerin- bile artık takmadığı fantezi gözlüğünü takarak, bugün kendimizi kime beğendirmek istediğimiz sorulması gereken bir konu. Bu arada Cumhuriyet gazetesinin Keriman Halis’in dünya kraliçesi intihap edildiğini duyuran sayısının kapağında yer alan “Gazi Hz. Dün akşam İstanbul’a geldiler.” başlığı da kimin peygamber gibi görüldüğünü ve dogmaların yanlış yerden yıkılmaya başlandığını gösteriyor.

Cepheye Kim Koşar?
Bu dogmalar yıkılırken Atatürk’ün reytingi yüksek bir dizisinin çekilmesine ve o görüntülerin alışıldık dizi yayınıyla veya ansızın çıkmasına alışılmış reklamlarla evlere girmesine seyirci kalmak... Atatürk’ün hayatı anlatılırken şu sahnelerin televizyonda yayınlanması çocuğunun fiziksel, ruhsal ve ahlâki gelişimini önemseyen hiçbir Müslümanın hoşgörebileceği bir durum değildir:
Herif saraya kuruldu. Padişahların yapamadığı cümbüşü yaptı... Bu yaz da Dolmabahçe Sarayında binbir gece masalları gibi zevkler, fuhuşlar yapıldı. Bu sefer de seyr-ü sefain bir saç deniz hamamı yapmış. Mustafa Kemal ve avanesi onu Söğütlüye bağlayıp Marmara'ya açılıyorlar. Orda Mustafa Kemal ve şirket-i inhisariyye banyo yapıyorlar. Çırıl çıplak kadın erkek eğleniyorlar. Şu kahpe Bizans safa ve sefahati ile tarihte en meşhur bir devlettir. Bunlar bile eğlencenin bu nev'ini düşünememişlerdi, tarihte kaydı yok. Şu köhne Bizans o vakit görmediklerini de şimdi Mustafa Kemal'de gördü. Yaşasın cumhuriyet!.. (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İşaret yay. 3. cilt sf.357, 375)
Atatürk’ün reytingi yüksek dizisine gücenen bir torunu çıkmaz. Atatürk’ün yolundan gidenler de onun şu düşüncesine dayanarak diziyi din ve namus telâkkisini kaldırmak ile Atatürk’ün yüceliğini korumak terazisinde tartarak bir karara varırlar:
Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur. (Kazım Karabekir Anlatıyor, s. 83)
Atatürk hakkında çekilecek bir diziye karşı çıksa çıksa yine “padişahlarına insan değil de peygamber muamelesi yapan bu dinciler” diye yaftalanan samimi Müslümanlar karşı çıkar. Ahlâk buhranıyla yine Münyeli Abdullah gibileri mücadele eder. Abdullah’ın ağzını tıkasa ve kumarı, dansı, işreti, rüşveti, medeniyet görse Mısır gibi bir ülke ve böylece bin senedir vatansız yaşayan ve Allah’ın lânetine uğrayan Yahudilere mağlup olsa, harp günlerinin makbul kimseleri yine sulh günlerinin bu çilekeş adamları olur:
Ve harp sonunda samimi ve gerçek mü’minlerin düşman mermisiyle açılan yaralarını kartallar gagalarken; ister sosyalist ister komünist ve isterse İslamiyetten başka şu veya bu isim almış olsun, bütün bunlar birer harp zengini olmuş, kendi bozuklukları yetmiyormuş gibi halkı da bozmaya devam etmişlerdi. Bu gaflet ve dalâletin cezası umumî gelmiş ve Mısırlılar beğenmedikleri Yahudilerin bombaları altında can vermişler, sevdikleri mallarının imhasını görmüşlerdi. Şimdi biz cepheden kaçanlara değil, cepheye koşanlara bakalım. Ve insanı cepheye koşturan imanın esasını kavrayalım. (Minyeli Abdullah, s. 248)
Ve yine şu şiiri yazan Mehmet Akif gibileri besteler milli marşı:
Haya sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki heryerde
Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde
Vefa yok, ahde hürmet hiç, lafe-i bi medlul
Yalan raiç, hiyanet mültezem, heryerde hak meçhul
Ne tüyler ürperir ya rab, ne korkunç inkılab olmuş
Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş.