6 Ekim 2011 Perşembe

Anket Dolandırıcılığı

Böyle saçma bir konuyla ne kendimi ne de okuyacak kişiyi meşgul etmek isterdim ne de blogumda böyle konunun kalabalık etmesini isterdim. Ama problem sadece bir firma değil, bir dünyagörüşü. Kıymetli okuyucu, vaktin kıymetliyse okuma.

Sikayetvar.com ilk çıktığında sevinerek karşıladığım bir siteydi. Belki o zamanlar kaliteli bir hizmet sunuyordu. Kâr amacı gütmüyor diye orda burda tanıtımını yapıyor, gurur duyarak bahsediyorduk. Bir gün ŞikayetVar anket çalışmamız olacak deyince de büyük bir güvenle hemen kabul ettim. İnternetteki anket siteleri dolandırırdı ama şimdi ŞikayetVar kalitesi dedim. Birinci anket, ikinci anket derken bir terslik olduğunu farkettim. Anketle para kazanmak mümkün değildi. Bu da bir dolandırıcılıktı. Anket uygulamasından çıkmak için ŞikayetVar'da bir düğme aradım, bulamadım. Hiç uğraşmayayım, ŞikayetVar'dan üyeliğimi tamamen sileyim dedim bari bunun düğmesi varken dedim.

Üyeliğim dört aydır silinmemişti. ŞikayetVar'dan anket mailleri gelmeye ve geldikçe de sinir bozmaya devam ediyordu. Spam olarak işaretlesem ben kafamı dinleyeceğim ama dolandırıcılık yüzsüz yüzsüz devam edecekti. Dolandırıcılığı hem millet bilsin, hem de bu mailler bir son bulsun dedim ve ŞikayetVar Anket'i 29 Temmuz 2010 tarihinde sikayetvar.com'a şikayet ettim. İlk ve tek şikayetimin metni şöyle:
Sikayetvar Anket dolandırıyor
sikayetvar.com sitesinin anket uygulamasına vaat ettikleri gibi para kazanırım ümidiyle katılmıştım. Ancak kandırmaca olduğunu farkettim. Anket maili geldikten bir saat sonra belirlenen katılımcı sayısına ulaşıldı diye ankete kabul edilmiyorum. Ankete kaç kişinin alındığı belli değil. 10.000 katılımcıdan 100 tanesi ankete alınsa güvenilir bir anket çıkar herhalde. 10.000 kişiyi kullanıp 100 kişiye anket katılım parası ödemeyi etik bulmuyorum.

Anketlerden elde edilen paranın hesaba yatması için belli bir miktar para toplamanız gerekiyor. Ayrıntıları hiçbir yerde yazmıyor ama aklımda 20 lira olarak kalmış. 20 lirayı toplayabilmek için 20 kuruşluk 100 anket doldurmak gerekiyor. Ortalama 10 günde bir anket açıldığını hesaba katarsak 100 anket 1000 günde yani 2,5 yıldan fazla bir sürede tamamlanabiliyor. Bu hesap açılan her ankete katılabileceğimiz varsayılarak yapıldı. 2 anketten birine katılabilsek 20 lirayı almak 5 yıldan fazla sürecek. Ama 10 anketten birine bile katılamıyoruz.

Bu hesap üzerine artık "yeni anket var" maili gelmesin diye sikayetvar.com sitesinin Anket uygulamasından çıkmak için bir link aradım. Hiçbir ayar hiç bir ayrıntı yok. Sitenin tümünden üyeliğimi silmek için üyeliği iptal ettim. "yeni anket var" mailleri gelmeye devam ediyor. Meğer üyelik iptal başvurum alınmış ve dört aydır öyle bekliyor.

Artık anket maili gelmesini istemiyorum.
Bir ay sonra şikayetiniz işleme konuldu diye yazmışlar:
Şikayetiniz Dikkate Alınmıştır
Sayın kullanıcımız,
Şikayetiniz dikkate alınmıştır. Gerekli değerlendirme ve düzenlemeler gerçekleştirilecektir.
Saygılarımızla
Sikayetvar.com
Ve aynı açıklamayla şikayetimi reddetmişler. Anlayacağınız şikayet hiç yayınlanmadı. Şikayetimin üzerinden 14 ay geçmiş, hala anket mailleri geliyor. Üyelik iptali talebim de on sekizinci ayını dolduruyor.

Değerli okuyucu, aklın varsa anket uygulamalarına itibar etme. Yukarıdaki şikayette teorik olarak bir hesap yapmıştım. Aradan geçen bir sene bu hesabı doğruladı. ŞikayetVar Anket'te ilk anketin yüklendiği 06 Nisan 2010 tarihinden bugün 6 Ekim 2011 tarihine kadar geçen 18 ay süre içerisinde toplam 12 anket hazırlanmış. İlk 11 anketin ücretleri anketler kısa olduğu için 0,40 TLnin altındaydı. Sonuncusu uzun olduğu için ücreti 0,40 TL. Hadi hepsi en yüksek fiyat 0,50 TLden olsun ve farzedin ki her ankete katılabildim. Bu 18 ay, yani bir buçuk yılda ancak 6 TL toplayabilmiş olurum. Bu hesapla paranın 20 TLye ulaşıp hesabıma yatabilmesi için de yaklaşık 5 yıl anket işiyle uğraşıyor olmam gerekecek. Bu da aylık 30 kuruş falan ediyor. İki ayda bir ekmek parası çıkarırsınız belki.

Şimdiye kadar 0,50 TLden bir anket bile açılmadığını ve anketlerin yarısına bile katılmanın zor olduğunu hesaba katarsanız akıllı adamın yapacağı iş değil. Gidin hamallık yapın daha iyi.

Sadece anket değil, şikayet ve çözüm mekanizması da insanı aptal yerine koyuyor. Müşteri dostu firmalar listesinden bankaların ve kodaman şirketlerin eksik olmaması ŞikayetVar'ın nasıl bir dönüşüm geçirdiğini göstermeye yeter. Bir banka şikayeti... Sonuç gülen bir baloncuk ve altında çözüldü işareti. Yalan! Utanmadan şöyle çözdük diye yazmışlar:
Sayın ***'in şikayeti hakkında ,
Müşterimize konu hakkında email ile detaylı bilgilendirme yapılmıştır.
Saygılarımızla,
*** BANKASI A.Ş .
HAKLI MÜŞTERİ HATTI
444 0 338
Bu bankanın incelediğim bütün şikayetleri böyle çözülmüş. Bir tane de bir GSM şebekesinin garip çözüm yönteminden örnek verelim. Şikayet oldukça basit ve açık:
*** Kocaeli'de Çekmiyor!
Yeni taşındığımız yerde İzmit'in göbeğinde telefonum çekmiyor. Sürekli cam kenarında tutmak zorundayım ve konuşurken sürekli telefon kesiliyor.
Şikayet kaydı oluşturmama rağmen hiçbir değişiklik yok.
Çözüm ise dalga geçer gibi:
Sayın Yetkili,
İlgili kayıtta yer alan konunun çözümlenmesi ve müşteri memnuniyetinin sağlanması açısından gerekli tüm inceleme ve işlemler yapılmıştır. Müşterimiz 05.10.2011 tarihinde aranmış, ancak kendisine ulaşılamamıştır. Müşterimize ulaşılamadığı ve *** Müşteri Hizmetleri’mizi arayarak konu ile ilgili detaylı bilgi alabileceğine dair kısa mesaj gönderilmiştir.
Müşterilerimiz her türlü talep ve soruları için *** ** ** numaralı *** Müşteri Hizmetleri'mizi haftanın 7 günü 24 saat arayabilir.
Saygılarımızla,
*** İletişim Hizmetleri A.Ş.
Müşteri Hizmetleri
Adam telefonunun çekmediğinden bahsetmiş zaten. Bir kısa mesaj göndererek Kocaeli'de çekmeye başlayan GSM şebekesini tebrik ediyoruz, ŞikayetVar yetkililerini de. Bir şikayet kaydı oluşturarak anında Kocaeli'ne baz istasyonu dikilmesini bekleyen adamı da, bu saçmalığı yazan kendimi de, bunu okuyanı da tebrik ediyorum.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Açılırsa Eski Defterler

Bilgi Enflasyonu
Bir günü, bir haftayı, hatta bir ayı işgal edip sonra sönüp giden olaylar... Birkaç senedir pek takip ettiğim meseleler değildir. Eskimeyen bilgilerin peşindeyim. Niye hala Aristo’yu okuduğumuzu düşünüyorum. Modası çabucak geçen bir şeye emek vermek çok mantıklı gelmiyor bana. Ama bir şehrin günlük hava durumunu her gün takip etmesek de iklimini bilmek gerekir. Çok tartışılan bir dizinin üzerinden ortamın bir analizini yapmaya, günü kurtarmanın doğasını, tarafsızlık adına girişilen tarafgirliği, kendini okuryazar sananın cehaletini, modernleşme yolunda edepsizleşmeyi ve sorgulamaya nerden başlanacağını sorgulamak için bu makaleyi yazıyorum.

Siyasilerin, dernek başkanlarının, yapımcıların, futbolcuların basına yansıyan günlük tartışmalarının bazen nasıl kızıştığına hayret ederim. Öyle bir üstünlük savaşı ki herkes günün galibi olmak ve günü kurtarmak için olağanüstü bir çaba harcıyor. Birisi haksız çıkarsa yeni bir iddia ile bu örtülüyor. Günün galibi ve mağlubu hakkında yazılıp çizilenler bir hafta sonra okunamayacak kadar eskiyor. Bir günün gündemi en çok meşgul eden olayları ve en hararetli tartışmaları bir hafta sonra hafızalardan siliniyor.

İddia ile İddiayı Örtmek
İşte böyleydi Muhteşem Yüzyıl dizisinin tartışmaları. Şimdi internette arasanız bulamazsınız olayların akışını. Kim niye itiraz etmiş ve kim nasıl cevap vermiş. Yerlerinde "Muhteşem Yüzyıl izle, son bölüm, fragman, dizi izle, HD, divx, şu sahnesi bu sahnesi" sonuçları esiyordur. Tarihe not olsun diye tartışmaları burada bir bir aktaracaktım ki zaten değersiz olan bir yazıyı iyice değersizleştirir diye vazgeçtim. Ama genel olarak vicdan sahiplerinin itirazları tuhaf iddialarla bastırılmıştı.

Konuşmak, haklı çıkmak için yeter sebep olmuş. Doğru ya da yanlış olduğunun bir önemi kalmamış. Söylentiler ve iftiralar ile masum insanların halk nazarında nasıl suçlu ilan edildiğini gördük. “İddialar asılsız!” diye başlayıp “hakkımızı arayacağız”, “baskı rejimini yıkacağız”, “özgürlük istiyoruz”, “İran mı oluyoruz” diye devam edip bilerek veya bilmeyerek zeytinyağı gibi su üstüne çıkma yöntemlerini de müşahede ediyoruz. Yeter ki konuş da tarafsız basın tarafsızlığını bozmadan söyleyemediği şeyleri seni söyledi diye tarafsız olarak verebilsin. Hem aran iyiyse basın sana sahip çıkar ve günün galibi sen olursun.

Günün galibiyetine oynayan siyasiler, dernek başkanları, yapımcılar ve futbolcular yalnız değil. Onlarla aynı fikri savunanlar basında, klavyede, kürsüde renklerini belli ediyor. “Basında güven”, “Tarafsız haber” gibi sloganlarla ortaya çıkan basının tarafsızlığını tartışmaya lüzum yok. Klavyeye gelince, cahilin eline klavye geçmeyegörsün.

Cahilin Mantığı
Kendinde olanla başkasını suçlama, açık konuşup tartışmanın hedef haline gelmekten “anlamak zor” deyip imada bulunarak sıyrılma, aşırı övme ve aşırı yerme ile inandırıcılık kazanma, kendi fikrini tek gerçek gibi gösterme, soru sorarak fikir beyan etme, milleti kötüleme, dengi olmayan birine çatma, kendini tarafsız gibi gösterme… Bir haberin altına yazılmış ve eskiyen tartışmaların eskimeyen üsluplarından bazılarını içeren şu üç yorum dikkatimi çekti:


İlk yorumcu ile ikinci yorumcu, bir tarihçi edasıyla dizinin gerçekler olduğunu, bu gerçeklerin gün yüzüne çıkması gerektiğini, ancak halkın bundan rahatsız olduğunu yazmış. Üçüncü yorumcu ise arkadaşlarına dizidekilerin gerçekler olduğunu nereden bildiğini sormak yerine haberle de alakası olmayan koskoca bakana (muhtemelen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf) sormuş haremin nasıl olmadığını nereden bildiğini.

Ben tarafsızlık adına girilen bu çelişkiyi anlamıyorum. Üçüncü yorumcu tarafsızmış gibi gerçeğin ortaya çıkması için “nerden biliyorsunuz” diye arkadaşlarına çatacağına gitmiş bakana çatmış. Yorumcunun aklında bir “gerçek harem” imajı yoksa eğer koskoca bakana karşı çıkması, Amerika’nın keşfi hakkında hiçbir fikri olmayan bir öğrencinin tarih öğretmenine “sen o gemide miydin ki bana bunun tarihini söylüyorsun” demesi gibi abes olur. O halde yorumcunun aklında ya dizidekine uyan ya da dizidekine aykırı bir “gerçek harem” imajı vardır. Eğer dizidekine aykırı bir “gerçek harem” imajı varsa bakanla aynı görüşe sahip olacağından bakana karşı çıkması kendine karşı çıkması demek olur. Eğer aklında dizidekine uygun bir “gerçek harem” imajı varsa da önce “Ben haremde bulundum mu ki dizinin gerçeği yansıttığını düşünebiliyorum?” diye kendisine sorması gerekir.

Alvarlı Efe Hazretleri'nin nasihatının manasını şimdi daha iyi anlıyorum. Onun nasihatini burada hatırlatıp eskiyen tartışmaların eskimeyen üsluplarını incelemeye devam edeyim:
Konuşma cahil-i nadan ile gel ehl-i irfan ol
Hakir ol alem-i zahirde sen ma'nada sultan ol
Gerçek Peşinde Gerçekten Uzaklaşmak
Bir çelişki de gerçeğin ortaya çıkmasını isteyen bu yorumcuların dizinin gerçekten uzaklaştırdığını fark edememeleri. RTÜK’ün uyarı cezasına muhalefet eden tek üye olan Hülya Alp dahi bu dramanın "görüntülü tarih dersi" olarak algılanmasına da gerek bulunmadığını belirtti. Eğlence için yapılmış bir diziden beklenen, bir tarih dersi olması değil sabahtan akşama kadar işiyle ve dün akşamki dizinin muhabbetiyle meşgul olup evine gelen insanları akşamdan sabaha kadar da yeni bölümle oyalaması, eğlendirmesidir. Böyle bir dizi, bir zevk-i süflî nin dalâletten neş'et eden ruhun ızdırabatına bulduğu tek bir ilâcıdır.

İkinci yorumcunun demesi gibi kafasını kuma, televizyona, eğlenceye gömerek yaşayan için gerçekleri görmek ağır geliyor. Kimisi dinden sorulduğunda kaçacak delik, arkasına saklanacak bir bahane arıyor. Başörtüsü dini hatırlatıyor diye hayattan silmeye çalışıyor, cahil kadınlar örter imajı veriyor. Hatta dünyanın faniliğini hatırlatıp pazarlamaya ket vuruyor diye gözden kaçmadıkça hiçbir reklamda kapalı kadın göstermiyor. Dükkânda, işyerinde, arabada, otobüste, sokakta, caddede oyalasın diye müziğini açıp dinliyor. Ancak Bediüzzaman ne güzel söylemiş:
İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. (Tarihçe-i Hayat, s. 80)
İnsanın kendi ölümünü hatırlaması nefsine hoş gelmez ve ölüm sonrası, haşir ve hesap kelimelerini duymak istemez. Gerçekleri öğrenmek ve yaymak isterse yapar. Ama birinci yorumcunun demesi gibi halkın hayati gerçekleri öğrenmesi niye bazılarını rahatsız eder? Yeri gelmişken hatırlatma olsun diye işte ölüm hakikati:
Risale-i Nur'dan Gençlik Rehberi'nin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat'î ve zahirdir ki; bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasılki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de: Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var. İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacık hülâsası şudur:

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes'elesidir. Evet çaresi var ve Risale-i Nur Kur'anın sırrıyla o çareyi iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmiş. Kısacık hülâsası şudur ki:

Ölüm ya i'dam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir.

Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Bu hakikatı "Gençlik Rehberi" bir temsil ile isbat etmiş. (Asa-yı Musa, s. 13)
Sıra Kürsüde
Birinci yorumcu halkın tarihi gerçekleri öğrenmesinin bazılarını rahatsız etmesini anlayamamaktan şikâyet ededursun, ben bu iki çelişkiye kafa yorup anlamaya çalışayım derken Illinois State Üniversitesi'nde edebiyat ve sinemada Doğu medeniyetlerinin resmedilmesi üzerine ders veren, doktora çalışmasıyla dünyaca ünlü Smithsonian Enstitüsü'ne kabul edilen en genç akademisyenlerden olan Beyazıt Akman, Batı'nın harem fantezilerinin bizzat kendi insanımız tarafından tarihsel gerçeklik olarak alınmasına bir anlam verememiş. Herkesin anlayamadığı şey de kendine göre demek ki.

Bir kürsü sahibinden bahsetmişken günün galibiyetine oynayan siyasiler, dernek başkanları, yapımcılar ve futbolcularla aynı fikri savunan klavye sahiplerinden kürsü sahiplerine geçelim. Türkiye’nin en büyük tarihçilerinden kabul edilen İlber Ortaylı bu tartışmalarda her iki kesime referans olmuş. Mesela Gültekin Avcı, bahsi geçen diziyi eleştirdiği bir yazısında İlber Ortaylı’dan alıntı yapmış:
İlber Ortaylı'nın bir cevabı geldi aklıma. Sanırım İstanbul Kanatlarımın Altında filmiyle ilgili konuşuyordu. "Ben sanatçıyım, tarihe uymak zorunda değilim falan diyorlar, ama saçmalamak zorunda hiç değilsiniz" demişti hoca.
Muhteşem Yüzyıl hayranları da İlber Ortaylı’nın bahsi geçen dizi ile ilgili açıklamasını paylaşmışlar her yerde:
Daha iki parçası gösterilen bir dizi için kıyametin erken koparıldığı kanaatindeyim, hele mevki sahiplerinin bu biçimde film tenkit etmelerini pek uygun bulmayanlardanım. Filmin kusurlarını, zayıflıklarını ve maksadı aşan hücumları bir tarafa bırakalım.
Ancak böyle bir açıklamayı, 2006 yılının sonunda basılan Son İmparatorluk kitabında şunları söyleyen birinden beklemezdim doğrusu:
Harem eğlencelik bir yer değildir, her şeyden önce bir evdir. Hiç değilse her ailenin evi kadar saygı gösterilmesi gerekir. Topkapı Sarayı'nın Harem dairesi önceden öğrenerek sessizce ve edeple gezilecek bir yer olmalıdır. (Son İmparatorluk Osmanlı, s. 79)
Saltanat sütten çıkmış ak kaşıktır veya değildir, oğlunu öldürtmüştür veya öldürtmemiştir, tarihteki devlet adamlarını çok yüce görürüz veya görmeyiz, harem şöyledir veya böyledir diye devam eden tartışmalar edeple çekilip edeple sunulan bir dizi ile de devam edebilirdi. Dogma olduğu düşünülen bir tarih anlayışına daha edepli bir şekilde de meydan okunabilirdi. Ancak o zaman hoşgörüden bahsedilebilir. Bu haliyle dizide Kanuni'nin İbrahim Paşa ile bakışıp göz kırpması bile eşcinsellik şeklinde yorumlanabildi. Balık baştan kokar derler. Dizinin emanet edildiği yapımcının ciddiyetsizliğini varın siz tartın:
Banu Güven: Dizide içki içildiği konusunda eleştiriler var.
Meral Okay: Hayır ama içilmiyor. Şerbet ikramı yapılıyor. Kanuni de şerbet içiyor.
Banu Güven: Tarihçiler içtiklerini söylüyor aslında.
Meral Okay: Bizim Kanunimiz şu anda içki içmiyor. İleride canı çok sıkılırsa içer belki.
Yapımcıyı tartışıp bir hafta sonra okunamayacak satırlar yazmak yerine Mevlana’nın eskimeyen bir sözünü nakledeyim ve sonra her zaman taze olan edeb konusuna değineyim:
Suskunluğum asaletimdendir,
Her lafa verilecek bir cevabım var.
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye.
Edeb Ya Hu
Dizinin o kadar sorumsuz olmayan tarih danışmanı Doç. Dr. Erhan Afyoncu, tarihçi mesuliyeti var diye danışmanlık yapmaya başlamış. “Gayriahlâkî ilişkiler olsaydı, danışmanlık yapmazdım” diyor. O da bir ölçü, kötünün iyisi ama ben en azından İlber Ortaylı’nın edep anlayışında ısrar ediyorum. Dekor ve kostüme insanüstü bir çaba harcandığını söyleyen tarih danışmanımız, Hürrem Sultan’ın en azından şu portresini inceleyip edep noktasında bir gayrimüslimi bile utandıracak seviyede kostüm tasarlanmasının önüne geçseydi keşke:

Keşke harem ve kadın faktörünün çok fazla ön plana çıktığı eleştirilerine şöyle cevap vermeseydi:
Dizi sadece Kanuni dizisi değil. Öyle olsaydı adı “Muhteşem Süleyman” olurdu. Hürrem Sultan’la Kanuni’nin birlikte ele alındığı, aşklarının ve dönemin anlatıldığı bir dizi. Harem, o dönemin bir gerçeği.
“Aşk elbette olacak, ama Batı'nın harem fantezileri ile değil.” diyebilseydi. Bediüzzaman’ın Kur’andaki edeb ile Avrupa'dan tereşşuh etmiş hâzır edebiyatın yabanî edebini kıyaslarken yaptığı şu edebsizlenmiş edeb tasvirinde kendini tartsaydı:
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zâhiren der: «Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.»

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
“Harem, o dönemin bir gerçeği” diye Hürrem Sultan ile Kanuni’nin özel hayatının tasvir edilmesinden çekinilmemesinden daha garip bir şey varsa o da böyle bir Muhteşem Yüzyıl’ın reytingde 40,5 izlenme payına ulaşmasıydı. Açıktan ne yayınlanırsa izlenir olmuş. Kolay gelinmedi bu günlere. Güven Adıgüzel, başta Arap dünyası, Türk cumhuriyetleri ve Balkanlar olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinin yoğun talebiyle oluşan “reel ticari piyasası”nın Türk dizilerinin yapımcılarının iştahlarını kabarttığını söylediği yerde şunu da söylüyor:
Bu bağlamda Fatmagül’le tecavüze doyan, Aşk-ı memnu’yla yürekleri titreyip, Yapmak Dökümü’yle kendine gelen necip Türk halkına erotizm soslu, tarih fonlu bir şeyler servis etmenin de tam zamanıydı. Kanuni’nin yarım asırlık padişahlık hayatı da ‘birini getirin de hele bir halvet olalım’ tadında geçip gitti zaten değil mi? Yapımcıyı tekrar tebrik ediyorum buradan.
İlerleyen Gerileme
Tarihe not düşülsün ki bir zamanlar böyle değildik. Dinci diye etiketlenmekten korkup ev dışında terk edilen “iyiliği emredip kötülükten alıkoymak” vazifesinin henüz ev içinde terk edilmediği zamanlar vardı. Çoluk çocuk izlenmezdi her şey. “Şeytanlar çıkmış gene” diye kapattırılırdı evin dedesi tarafından. Yasalardaki açıklar kollanıp RTÜK bir uyarı cezası verene kadar çocukların televizyon izleyeceği saatlerde olmadık dizilerin olmadık görüntülerinin defalarca reklamı yapılmazdı. 2010 yılındaki bir söyleşisinde Türkan Şoray, bir zamanlar yapımcının direttiği bir sahnesinden dolayı oynamayı reddettiği film için artık “devir değişti, genç olsaydım oynardım” diyebiliyor.


Birisi bu gidişatın varacağı yeri sezerek serzenişte bulunmuş. Ama ne cehalet... Atatürk’e peygamberlikle ilahlık arasında bir yer seçemeyen şairlerin şiirlerini okudum ama padişahlara peygamber muamelesi yapıldığını da ilk defa sözü geçen dizinin tartışmalarında duydum. Birçok kişi bahsedince kim bu “padişahlarına peygamber muamelesi yapan dinciler” diye de merak etmeye başladım. Atatürk’ü yere göğe sığdıramayan bütün antolojiyi değil ama numune olsun diye Edip Ayel’in şiirini burada verelim:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvi
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Yorumcunun Atatürk'ün dizisine de sıra gelir mi, gelirse ne olur diye sorgulaması güzel. Umarım samimiyetle sormuştur bu soruyu. Bu yazıda “Atatürk'ün dizisine de sıra gelir mi, gelirse ne olur” sorusunu incelemeye sıra geldiğinde umarım gocunmaz. Kendisini şu temsil ile test edebilir. Kimyacılar ve fizikçiler bir maddenin gerçek sıcaklığını bulmak için Celcius termometresinin gösterdiği değerden 273 çıkarırlar. Muhteşem Yüzyıl dizinin yapımcısı da Harem gerçeğini göstereceğiz diye kimyacı ve fizikçilere uymuş ve ahlâk termometresinde sıfır civarında gezmiş. Zaten sıfırın altında olan birinin dizisini gerçekleri göstereceğiz diye yapacak olsa vay halimize.

Muhteşem Yüzyıl dizisinden en çok rahatsız olanlar Hürrem Sultan’ın torunları olmalı. Annennesinin meşru hallerinin gayrimeşru görüntülerinin yayınlanması Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu’nun çok gücüne gitmiş. Kimin gitmez ki? Bir de pişkin pişkin “Beğenmiyorsan kendin dizi çek” diye cevap verilirse... Bana Minyeli Abdullah’ın maruz kaldığı durumu hatırlattı bu pişkinlik:
İşte dünya!.. İşte insan!.. Şurada karşıma bir ayı çıksaydı, beni bir pençede parçalar yerdi. Ne söverdi, ne döverdi, ne de inancımla alay ederdi. Şimdi kime gideyim, derdimi kime anlatayım, kimi şahit tutayım ve hangi adliyeden hakkımı isteyeyim?.. (Minyeli Abdullah, s. 28)
Şimdi kime gitsin Osmanoğlu? Kendi dizimizi çekeceğiz diyebilmişti. Şimdi ne Kanuni’den korkup dizi namına yapılan fuhşiyatı Kanuni’den korkusuna yüz yıl yasaklayan bir Fransa var, ne de şöyle bir ferman sahibi bir Kanuni var:
Ey Fransa Kralı Fransuva, Sefir-i kebirimden aldığım mazhara göre malumatım olduki, memleketinde dans namında ala mele-innas fuhşiyat ve Lubiyat yapıyormuşsun. İş bu name-i humayunum eline vusulunden itibaren bu melanet ve rezalete son vermediğin takdirde orduyu Humayunum ile gelip seni kahretmeye muktedir olurum. (Hammer)
Biz pek bilmeyiz bu fermanı ama Avrupalılar çok içerlemişler. Avrupalılaşma yolunda güzellik yarışmalarının resmi olarak ilki 1929 yılında Mustafa Kemal'in isteğiyle Cumhuriyet gazetesi tarafından tertib edilmiş. Daha sonra 1932 yılında Belçika'da yapılan yarışmada dünya güzeli, seçilen Türkiye temsilcisi Keriman Halis rezili için jüri başkanı şu ibretli konuşmayı yapmış:
Sayın jüri üyeleri! Bugün Avrupa'nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hakimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika'nın ve Rusya'nın hakkını inkar edemeyiz. Neticede bu Hıristiyanlığın zaferidir. Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tâcı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş. Bu önemli değil. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz.

Bir zamanlar Fransa'da oynanan dansa müdahale eden Kanunî Sultan Süleyman'ın torunu işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir. Kendisini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanların geleceğinin böyle olması temennisiyle Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa'nın zaferi için kaldıracağız. (Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu, s. 269)
Bununla yetinmeyip Kanuni’nin ve Hürrem Sultan’ın temsilini bir fuhşiyata alet ederek, Güven Adıgüzel’in tabiriyle en -rahatsız oryantalistlerin- bile artık takmadığı fantezi gözlüğünü takarak, bugün kendimizi kime beğendirmek istediğimiz sorulması gereken bir konu. Bu arada Cumhuriyet gazetesinin Keriman Halis’in dünya kraliçesi intihap edildiğini duyuran sayısının kapağında yer alan “Gazi Hz. Dün akşam İstanbul’a geldiler.” başlığı da kimin peygamber gibi görüldüğünü ve dogmaların yanlış yerden yıkılmaya başlandığını gösteriyor.

Cepheye Kim Koşar?
Bu dogmalar yıkılırken Atatürk’ün reytingi yüksek bir dizisinin çekilmesine ve o görüntülerin alışıldık dizi yayınıyla veya ansızın çıkmasına alışılmış reklamlarla evlere girmesine seyirci kalmak... Atatürk’ün hayatı anlatılırken şu sahnelerin televizyonda yayınlanması çocuğunun fiziksel, ruhsal ve ahlâki gelişimini önemseyen hiçbir Müslümanın hoşgörebileceği bir durum değildir:
Herif saraya kuruldu. Padişahların yapamadığı cümbüşü yaptı... Bu yaz da Dolmabahçe Sarayında binbir gece masalları gibi zevkler, fuhuşlar yapıldı. Bu sefer de seyr-ü sefain bir saç deniz hamamı yapmış. Mustafa Kemal ve avanesi onu Söğütlüye bağlayıp Marmara'ya açılıyorlar. Orda Mustafa Kemal ve şirket-i inhisariyye banyo yapıyorlar. Çırıl çıplak kadın erkek eğleniyorlar. Şu kahpe Bizans safa ve sefahati ile tarihte en meşhur bir devlettir. Bunlar bile eğlencenin bu nev'ini düşünememişlerdi, tarihte kaydı yok. Şu köhne Bizans o vakit görmediklerini de şimdi Mustafa Kemal'de gördü. Yaşasın cumhuriyet!.. (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İşaret yay. 3. cilt sf.357, 375)
Atatürk’ün reytingi yüksek dizisine gücenen bir torunu çıkmaz. Atatürk’ün yolundan gidenler de onun şu düşüncesine dayanarak diziyi din ve namus telâkkisini kaldırmak ile Atatürk’ün yüceliğini korumak terazisinde tartarak bir karara varırlar:
Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur. (Kazım Karabekir Anlatıyor, s. 83)
Atatürk hakkında çekilecek bir diziye karşı çıksa çıksa yine “padişahlarına insan değil de peygamber muamelesi yapan bu dinciler” diye yaftalanan samimi Müslümanlar karşı çıkar. Ahlâk buhranıyla yine Münyeli Abdullah gibileri mücadele eder. Abdullah’ın ağzını tıkasa ve kumarı, dansı, işreti, rüşveti, medeniyet görse Mısır gibi bir ülke ve böylece bin senedir vatansız yaşayan ve Allah’ın lânetine uğrayan Yahudilere mağlup olsa, harp günlerinin makbul kimseleri yine sulh günlerinin bu çilekeş adamları olur:
Ve harp sonunda samimi ve gerçek mü’minlerin düşman mermisiyle açılan yaralarını kartallar gagalarken; ister sosyalist ister komünist ve isterse İslamiyetten başka şu veya bu isim almış olsun, bütün bunlar birer harp zengini olmuş, kendi bozuklukları yetmiyormuş gibi halkı da bozmaya devam etmişlerdi. Bu gaflet ve dalâletin cezası umumî gelmiş ve Mısırlılar beğenmedikleri Yahudilerin bombaları altında can vermişler, sevdikleri mallarının imhasını görmüşlerdi. Şimdi biz cepheden kaçanlara değil, cepheye koşanlara bakalım. Ve insanı cepheye koşturan imanın esasını kavrayalım. (Minyeli Abdullah, s. 248)
Ve yine şu şiiri yazan Mehmet Akif gibileri besteler milli marşı:
Haya sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki heryerde
Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde
Vefa yok, ahde hürmet hiç, lafe-i bi medlul
Yalan raiç, hiyanet mültezem, heryerde hak meçhul
Ne tüyler ürperir ya rab, ne korkunç inkılab olmuş
Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Müslümanlar için Diplomatik Taltif

Tarih tekerrür ediyorsa eğer, siyaset icabı Müslümanları övücü sözler söylemek Napolyon'a has olamazdı. Ufuk açsın ve sorgulamak için cesaret versin diye Napolyon'un Mısır hikâyesini naklediyorum:

Napolyon, Atatürk, ObamaFransız ihtilalinde yıldızı parlayan Napolyon Bonapart, yerini sağlamlaştırabilmek için o devirde Osmanlı İmparatorluğu'na ait bulunan Mısır'ın işgali fikrini gündeme getirdi. İşgalden amaç, İngiltere'nin Hindistan yolu üzerindeki kontrolüne son verilmesi ve Mısır gibi zengin ve stratejik bir bölgenin Fransız kontrolü altına girmesiydi.

19 Mayıs 1798 sabahı Toulon'dan demir alan 600 gemilik Fransız donanması, taşıdığı 40 bin asker ile 1 Temmuz sabahı İskenderiye önlerine ulaştı. Napolyon, askerlerine yol boyunca “Mısır'ın halkı Müslüman'dır. İnançlarına ve âdetlerine hürmet edin” demişti.

Mısır valisi olan Ebubekir Paşa'nın, Fransız işgali karşısında yapacağı pek bir şey yoktu. Mısır, o dönemde resmen Osmanlı toprağı sayılıyordu ama asıl güç zaten ülkeye asırlardan beri hâkim olan Memlükler'in elindeydi.

Napolyon'un karaya çıktıktan sonraki ilk işi, gemide hazırlatmış olduğu Arapça bir beyannameyi halka duyurmak oldu. Beyannamede şöyle deniyordu:
Rahmân ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla. Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun bir oğlu olmadığı gibi mülkünde ortağı da yoktur. Özgürlük ve eşitlik ilkesi üzerine kurulu olan Fransız Cumhuriyeti adına, Fransız ordularının Başkumandanı General Bonaparte, uzun bir süredir Mısır üzerinde sulta kuran sancakların, Fransız topluluğuna karşı kötü ve aşağılayıcı bir şekilde davrandığını, tüccarlarına her tür eziyeti yaptığını, bundan dolayı da ceza vaktinin geldiğini bütün Mısır halkına ilan eder.

Ne yazıktır ki Gürcistan ve Çerkez dağlarından getirilen bu Memlükler, yeryüzünün en güzel beldesinde yüzyıllar boyunca fecr ü fesat içerisinde hareket etmişlerdir. Fakat âlemlerin Rabbi olan Allah, artık onların hükmünün sona ermesini takdir etmiştir.

Ey Mısırlılar! Size benim buraya dininizi ortadan kaldırmak için geldiğimi söylüyorlar. Bilin ki bu bir yalandır ve bu tür sözlere değer vermeyin. Onlara şunu söyleyin: Ben buraya sizin haklarınızı zalimlerin elinden almak için geldim ve ben Allahu Teala'ya Memlüklerden daha fazla kulluk eder, O'nun peygamberi Muhammed'e ve kitabı Kur'an-ı Kerim'e onlardan daha fazla hürmet ederim.

Onlara aynı zamanda şunu söyleyin: Allah katında bütün insanlar eşittir. Üstünlük ancak akıl, fazilet ve ilimledir. Fakat insanları üstün kılan bu akıl, fazilet ve ilimden Memlükler ne nasip almışlar ki bu dünyada hayatı tatlı kılan her şeye sadece onlar sahip olmak istiyorlar? Nerede mümbit bir toprak bulunsa, Memlükler el koyuyor. En güzel köleler, en iyi atlar, en güzel yurtlar hep Memlüklere ait oluyor. Eğer Mısır diyarı Memlüklerin mülkü ise, o zaman onlar da Allah'ın emrettiği vergiyi ödesinIer. Fakat âlemlerin Rabb'i insanlara karşı merhametli ve adildir. O'nun yardımıyla bu günden itibaren hiçbir Mısırlı önemli mevkilerden men edilmeyecek, onlar arasından akıllı, adil ve ilim sahibi kişiler kendi işlerini yönetecek ve böylece bütün halkın işleri adaletle yapılacaktır.

Eskiden Mısır topraklarında büyük şehirler, geniş kanallar ve canlı bir ticaret vardı. Bütün bunları yok eden, Memlüklerin hırs ve despotluğundan başka bir şey değildir.

Ey kadılar, şeyhler ve imamlar! Ey Şurbeciyya ahalisi! Halkınıza şunu söyleyin: Fransızlar da sadık Müslümanlardır ve bununla uyumlu olarak onlar Roma'yı işgal etmiş ve Hıristiyanları İslâm'a karşı savaş yapmak için kışkırtan Papalık merkezini yerle bir etmiştir. Daha sonra Fransızlar Malta Adası'na gittiler ve Müslümanlara karşı savaşmak için Tanrı'dan emir aldıklarına inanan şövalyeleri oradan kovdular. Dahası Fransızlar kendilerini her daim Osmanlı Sultanı'nın -Allah onun saltanatını daim kılsın- en sadık dostu, düşmanlarının en yaman düşmanı olarak ilan etmiştir. Buna karşılık Memlükler, Osmanlı Sultanı'na itaat etmemiş ve emirlerini yerine getirmemişlerdir. Aslında onlar kendi hırslarından başka hiçbir şeye itaat etmemişlerdir.

Hiç gecikmeden bizimle uyum içinde hareket edecek Mısırlılar için rahmet üstüne rahmet vardır; çünkü onların durumu hemen düzeltilecek ve mevkileri yükseltilecektir. Aynı zamanda evlerinde oturup iki düşmandan birinin tarafını tutmayan, fakat bizi yakından tanıyınca bütün kalpleriyle bize yardıma koşacak olanlar için de büyük nimetler vardır. Memlüklerle ittifak edip bize karşı savaşlarında onlara yardım edenleri ise büyük bir felaket beklemektedir; çünkü onlar hiçbir kaçış yolu bulamayacak ve onların hiçbir izi kalmayacaktır.

Birinci Madde: Fransız ordusunun geçtiği yerlere üç saat uzaklıktaki bütün köyler ordu komutanına, teslim olduklarını ve beyaz, mavi ve kırmızı renklerden oluşan Fransız bayrağını astıklarını söyleyen bir temsilci göndermekle mükelleftirler.

İkinci Madde: Fransız ordusuna karşı ayaklanan bütün köyler yakılacaktır.

Üçüncü Madde: Fransız ordusuna teslim olan bütün köyler Fransız bayrağını, ayrıca dostumuz Osmanlı Sultanı'nın -ilelebed yaşasın- bayrağını asmak zorundadır.

Dördüncü Madde: Her köyün önde gelen kişileri Memlüklere ait bütün mülk, ev ve diğer mal varlıklarını derhal mühürleyecek ve hiçbir şeyin kaybolmaması için azamı gayret gösterecektir.

Şeyhler, kadılar ve imamlar makamlarında durmalıdır. Böylece bütün ahali kendi evinde huzur içinde olacak ve camilerde namazlar adet olduğu üzere kılınmaya devam edecektir. Bütün Mısırlılar Memlüklerin iktidarını ortadan kaldırdığı için Allahu Teala'nın rahmet ve inayetine şükredecek ve yüksek bir sesle şöyle diyecektir: Allah Osmanlı Sultanı'nın şanını daim kılsın! Allah, Fransız ordusunun şanını muhafaza etsin! Allah, Memlüklere lanet etsin ve Mısır halkını ıslah etsin.

İskenderiyye Ordugâhı'nda, Fransa Cumhuriyeti'nin kuruluşunun (6. yılı olan) Messidor ayının 13. gününde, yani Hicrî (1213 yılının) Muharrem ayının sonunda (2 Temmuz 1798) kaleme alınmıştır.
Halkı yanına çeken Napolyon kısa sürede Memlükler'i mağlup etti ve 22 Temmuz'da Kahire'ye girdi. Mısır artık Fransızlar'ın elindeydi. Napolyon Kahire'de kaldığı sürece sık sık dini törenler yaptırdı ve böylelikle halkın direnişe kalkmamasını sağladı.

Napolyon, Mısırlılar'ı dini propagandayla kandırmıştı. Ama İngilizler Ebukir limanındaki Fransız donanmasını ani bir baskınla perişan edince işin rengi değişti. Fransızlar'ın anavatanlarıyla irtibatı kesildi. Osmanlılar da bu sırada Fransa'ya karşı silâhlı bir koalisyon kurmuşlardı.

Moriskoların Hazin Hikayesi

İbrahim Kalın, İslâm ve Batı kitabında Endülüslü Müslümanların maruz kaldıkları baskıyı ve gittikçe nasıl zayıfladıklarını şöyle anlatılıyor:
"Morisko", "Moor" kelimesinden bozma olup "Moritanya'dan gelenler" anlamıyla Kuzey Afrika'dan Güney İspanya'ya göç eden Müslüman Araplar ve Berberler için kullanılmaktaydı. Müslümanların ve Yahudilerin Güney Avrupa'dan zorla çıkartıldığı 1492 yılından sonra İspanya'da kalan Müslümanlara genel olarak Morisko adı verilmekteydi.

Güney İspanya'da yoğunlaşan Müslümanların var olma mücadelesi, 1609 yılına kadar devam etti. Endülüslü Müslümanlar, 1492 yılında üç tercihle karşı karşıyaydılar: Hicret, cebren Hıristiyanlığa geçme ve ölüm.

...

Fakat İspanyol yöneticiler, yarım milyonu aşan Müslüman nüfusun Güney Avrupa'yı bir anda boşaltmasının ekonomik ve dinî maliyetini sınırlamak için, göçü alabildiğine zorlaştırdılar. Göç eden Müslüman ailelerin önemli bir kısmı, göç yollarında haydutların saldırısına uğradı ve telef oldu. 1492'den sonra yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda kalmaya karar veren Müslümanların iki alternatifi vardı: Direnmek yahut din değiştirmek. Bu Müslümanlar, tarihe "Morisko" adıyla geçtiler ve İslâm tarihinin en uzun ve zorlu varoluş mücadelesinden birini verdiler.

Oran Fetvası Güney İspanya'ya ulaşınca, Moriskolar takiyye yapmaya başladı.

...Takiyye stratejisinin Hıristiyan din adamlarını ikna etmediği anlaşılıyor.

...Zira 1609 yılına gelindiğinde, İspanyol kardinali bütün Moriskoların "şüpheli bir grup" olarak öldürülmesi yahut İspanya'dan sürülmesi için son fetvasını verir.

Moriskoların 1609 fermanından sonra bir topluluk olarak gittikçe zayıfladıklarını ve dinî - kültürel mânâda asimile olduklarını görüyoruz. Zira evlerin alt katlarında, çatı aralarında, Arapça harflerle yazılmış, birkaç ilmihal ve tarih kitabından ibaret de olsa, varlığını sürdüren İslâm, birkaç nesil sonra bütünüyle ortadan kalkacaktır.
Baskı görmeden zayıflayan günümüz gençliği halini sorgulasın diye...

13 Ocak 2011 Perşembe

Siyon Liderlerinin Protokolleri Üzerine

Fransa’da bulunan bir mason cemiyetinin en nüfuzlu liderlerinin birinden çalındığı söylenen, gerçekliği şüpheli ama ibret verici olan, el yazması notlar halinde elden ele dolaştıktan sonra 1902 yılında Moskova’da bir gazete tarafından tefrika edilen ve 1905 yılında kitaplaştırılan “Siyon Liderlerinin Protokolleri” kitabının bazı ilginç yerlerini yazım ve tercüme hatalarını düzeltmeden genel kültür ve ibret olsun diye “bunu da sorgulayın” diyerek naklediyorum.

Hürriyet, gerçekleşmesi imkânsız bir idealdir. Çünkü kimse onun ölçülü olarak nasıl kullanılacağını bilmez. Halka muayyen bir müddet için kendi kendisini idare etme yetkisini vermek, onları düzensiz bir güruh haline getirmeğe yeter. (s. 13)

Yapılan bu çalışmaların sonunda tatmin edici hedefin gerçekleştirilmesi için halkın seviyesizliği, gevşekliği, sabırsızlığı, kendi çıkar ve zararının sebeplerini anlama ve uygulama zaafı sonuna kadar kullanılmalıdır. Şurası bir gerçektir ki, halkın gücü kör, duygusuz ve şuursuzdur. (s. 15)

Çok eski zamanlarda “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” kelimelerini halk kitleleri arasında ilk defa biz bağırdık… Yahudi olmayanların sözde zekî insanları, ilim sahipleri, bu mücerred kelimelerin hakiki mânalarını anlayamadılar. Bunların manalarının ve birbiri ile ilişkideki çelişkiye dikkat etmediler. Görmediler ki… Yaratılıştan akıl, seciye ve kabiliyetler eşit değildir. Düşünmediler ki avam tabakası kördür. (s. 17)

Bu günkü ülkelerin elinde halkın düşünce ve eğilimlerine yön veren bir güç vardır. Bu, basındır. Basının rolü devamlı olarak ihtiyaçları zaruri imiş gibi göstermek, halkın şikâyetlerini ifade etmek ve hoşnutsuzluk meydana getirmektir. İfade hürriyetinin zaferi basında somut hale gelir. Fakat Yahudi olmayan devletler bu kuvvetin nasıl kullanılacağını bilmediler ve o kuvvet bizim elimize geçti. (s. 22)

Bizim öncülüğümüz altında halk, aristokrasiyi ortadan kaldırdı. O aristokrasi ki; kendisinin tek ve yegâne müdafaa vasıtası ve halkın refahına bağlı ve ondan ayrılması imkânsız menfaatleri sebebiyle de kendilerini besleyen bir anne idi. Şimdi aristokrasinin yıkılması sebebiyle halk, para öğüten merhametsiz alçakların pençesine düştü. Bunlar işçilerin boyunlarına acımasız ve zalim bir boyunduruk vurdular. (s. 27)

Böylece halk dürüst kimseleri mahkûm eder ve suçlu kimseleri suçsuz çıkarır, neyi sterse yapabileceğine gittikçe daha çok inanır. Bu durum sayesinde halk her türlü dengeyi yok eder ve her adımda karışıklık meydana getirir. (s. 31)

Bu sebepledir ki bütün imanların el altından mahvına çalışmak, Yahudi olmayanların kafalarından Allah ve maneviyat düşüncelerini silmek ve onların yerine aritmetik hesaplar ve maddî ihtiyaçları yerleştirmek bizim için zaruridir. Yahudi olmayanlara düşünme ve farkına varma hususunda zaman bırakmamak için onların aklını sanayi ve ticarete çevirmelidir. Böylece bütün milletler kâr peşinde ve yarışında bütünüyle yutulacak ve müşterek düşmanlarını fark etmeyeceklerdir. (s. 34)

Bozulmanın her yeri sardığı, zenginlerin ancak yarı dolandırıcılık düzenlerinin becerikli sürpriz taktikleri ile kazanç sağladıkları, nemelazımcılığın hüküm sürdüğü, ahlâkın gönüllü olarak kabul edilen prensiplerle değil cezaî tedbirler ve sert kanunlarla korunduğu, iman ve memlekete dair duyguların kozmopolit inançlarla silindiği toplumlara ne şekilde bir idare tarzı verilebilir? Bu toplumlara biraz sonra anlatacağım baskıdan başka ne şekilde bir idare verilebilir? (s. 35)

Halk, tahtlarında oturan krallara Allah’ın iradesinin bir tezahürü olarak gördüğü dönemlerde kralların müstebit iktidarına ses çıkarmadan boyun eğerlerdi. Fakat biz onların kafalarına kendi hakları konusunda bazı düşünceler soktuğumuz günden beri tahtların sahiplerini alelâde şahıslar gibi görmeğe başlamışlardır. Ayrıca onları Allah’a imandan da uzaklaştırdık. Böylece iktidarın otoritesi halkın hâkim olduğu sokaklara geçti ve tarafımızdan yönlendirildi. (s. 36)

Yöneticiliğimizin en mühim amacı şu hususları ihtiva eder: Halkın zihnini tenkit ile bozmak, onu mukavemet uyandıran ciddî düşüncelerden uzaklaştırmak, zihnî melekeleri boş nutukların sahte savaşı ile meşgul etmek. (s. 37)

Kamuoyunu avucumuzun içine almak gayesiyle her yönüyle birbirine zıt fikirleri netice çıkarmayacak şekilde karşı karşıya getirerek, bu karışıklık içinde Yahudi olmayanların başlarının dönmesi ve her çeşit siyasi konuda hiçbir fikir sahibi olmamanın en iyi hâl yolu olduğu kanaatine varmaları için, yeterli bir zaman boyunca çalışarak onları doğru düşünemez hâle getirmeliyiz. (s. 38)

Devletimizde sorumlu mevkileri Yahudi kardeşlerimize tevdi etmekte herhangi bir tehlike mevcut olmayacağı zamana kadar, geçici bir dönem için bu mevkileri mazisi ve şöhreti, kendileri ile halk arasında bir uçurum teşkil eden şahısların ellerine vereceğiz. O şahıslar eğer bizim emirlerimize itaat etmezlerse cezaî sorumluluk ile veya ortadan kaybolma durumu ile karşılaşacaklardır. (s. 48)

Her şeyi yutan terör usullerinin patenti bize aittir. Her türlü görüş ve düşünce sahipleri; monarşiyi geri getirmek isteyenler, demagoglar, sosyalistler, komünistler ve her çeşitten ütopik hayalciler bizim hizmetimizdedir. Biz onların hepsini hizmete koştuk. Onların her biri kendi alanlarına ait iktidarın son kalıntılarının dayanaklarını yok etmekle meşgul ve düzenin bütün kuruluşlarının altlarını oyma çabasındadırlar. Bu faaliyetler sebebi ile bütün ülkeler sistemli bir saldırı altındadırlar. İnsanlar barış ve sükûn istiyorlar. Onlar sulh için her şeyi feda etmeğe hazırdırlar. Fakat biz onlara rahat ve huzur vermeyeceğiz; tâ ki onlar bizim enternasyonal üstün hâkimiyetimizi açıkça ve itaatkâr bir şekilde tanıyıncaya kadar. (s. 50)

Yanlış olduğu bizce bilinen, bununla beraber tarafımızdan telkin edilen prensip ve teoriler içinde yetiştirmek suretiyle Yahudi olmayanların gençliğini aldattık, şaşırttık ve bozduk. Mevcut kanunlar üzerinde temel değişiklikler yapmaksızın ve sadece onlara birbirine zıt yorumlar içinde yanlış mana vererek sonuçlar alınması yolunda bazı büyük hamleler yaptık. (s. 52)

Çünkü onlar genel arenadaki gösteri ile tatmin olurlar ve vaatlerini icraatın takip edip etmediğine pek dikkat etmezler. (s. 38) Hükümet ve halkların, siyasette dış görünüş ile yetindiklerini aklınızda tutmanızı rica edeceğim. (s. 53)

Bizim tam hâkimiyetimizi elde etmemize geçmeden önceki yeni rejim döneminde bulunduğumuz sırada, halk arasındaki dürüst olmayan hareketlerin hiçbir çeşidinin basın tarafından herhangi bir şekilde açıklanmasına müsaade etmemeliyiz. Yeni rejimin su işlenmesini bile ortadan kaldıracak bir derecede herkesi memnun ettiği düşüncesini vermek için bu lüzumludur. Suç işlenmesi hallerini ancak o suçlara maruz kalanlarla tesadüfen şahit olanlar bileceklerdir. (s. 71)

Biz bu sırada bu tartışmalardan fazla yükselen gürültüler arasında sessizce istediğimiz tedbirleri alacağız ve sonuçlandıracağız. O zaman onları halka bir emrivaki gibi göstereceğiz. Hepsi birer ilerleme gibi gösterilmiş olacağı için bir kere kararlaştırılmış olan bir meselenin ilga edilmesini istemeğe kimse cesaret edemeyecek ve basın derhal halkın düşünce akışını yeni meselelere çevirecektir. Nitekim halkı daima yeni şeyler aramaya alıştırmadık mı? (s. 73)

Kitleler kendi bulundukları durumları anlamasınlar diye biz onları ayrıca zevkler, oyunlar, eğlenceler, tutkular, halka mahsus eğlence yerleri ile de başka yönlere çekeceğiz. (s. 74)

Prensiplerimizin ve metotlarımızın tüm gücü, bizim onları sosyal hayattaki ölü ve kokuşmuş eski düzene ait şeylerin parlak bir tezadı gibi göstermemiz ve o şekilde yorumlamamız keyfiyetinde yatar. Filozoflarımız Yahudi olmayanların inançlarının eksik ve kusurlarını münakaşa edeceklerdir. (s. 78)

Biz insanların hafızalarından önceki yüzyılların hoşumuza gitmeyen bütün olaylarını sileceğiz. Sadece Yahudi olmayan hükümetlerin bütün hatalarını tasvir edenleri bırakacağız. (s. 94)
127 sayfalık kitabın son kısımları Yahudilerin kurmayı planladıkları devletin yapısıyla alakalı olduğu için ilgi çekici değildi.