17 Şubat 2010 Çarşamba

Yer Nasıl Çeker?

Bundan iki sene önce 2007 yılında yer neden çeker diye sorarak bu bloga başlamıştım. Laf olsun diye bu türden soru sorduğum bir kaç kişi soruları anlayamamıştı. "E, yer çekimi var işte, Newton bulmuş. Sen neyi soruyorsun ben onu anlamıyorum." diye cevap vermişti. Her şeyin sorgulanıp da yerin niye çektiğinin sorgulanamaz mutlak bir kanun gibi algılanması, bu işte bir terslik olduğunu düşünmeme sebep olmuştu. Nihayet Bilimin Öteki Yüzü isimli kitap elime geçti ve hislerime tercüman oldu. Diyor ki:
Meselâ Newton çekim kanunlarını formüle etmekle, çekimin sebebi üzerinde herhangi bir açıklama getirmiş olmadı. (s. 126)
Yerin çektiğini yeryüzünde yaşayan her insan bilir. Sebebini ise bilim, başka bir fizik kanunu cinsinden hâlâ açıklayamamış. O halde R. Thorn’un ifadesiyle,
"Bugün çekim meselesinde, elmanın düşmesine o gün Newton’ın şaşırdığından daha az şaşırmamız için bir sebep yok." (s. 126)
Kitapta bugün çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, atom çekirdeğinde bulunan zayıf ve güçlü kuvvetler olmak üzere dört temel kuvvet bildiğimizi yazıyor. A. Woodcock'tan alıntı yapılıyor:
"Niçin’ini soran bir öğrenci genellikle kuvvetin kendisinin açıklanamadığı, ancak başka şeylerin sebeplerini açıklamada kullanıldığı karşılığını alacaktır. Bu öğrenci, fizikçilerin en iyi ihtimalle, bu dört muamma kuvveti bire indirebilecek bir ‘birleşik teori’ ümidinde olduklarını öğrenecektir." (s. 126)
İşte aradığım cevap, belki de itiraf buydu. Açıklanamayıp doğrudan kabul edilen şeyler arasında temel sabiteler de varmış ki benim aklıma gelmedi.
Tabîî hadiseleri tasvir eden fizik teorilerinin hepsinde ‘temel sabiteler’ mevcuttur. Yani bunlar teori tarafından numerik değerleri açıklanamayan, fakat tecrübeyle tesbit ettikten sonra teoriye dahil edilmesi gereken sabitelerdir. Meselâ ne kuantum teorisi elektronun kütlesi için kullanılan numerik değeri, ne alan teorisi elektrondaki elektrik yükünün miktarını, ne de izafiyet teorisi ışığın hızını açıklayabilir. (s. 126)
Netice itibariyle sorgulaya sorgulaya sorgulayamayacağı bir noktaya geliyor bilim adamları. Her şeye temel olan maddi bir sebep bulamıyor. Buna karşı kitapta detayları uzun uzun anlatılan bir bilim anlayışı sunuluyor:
Bilimin dünyayı açıklayamayıp sadece tasvir edebildiği anlaşıldıkça, birçok bilim adamı şimdi bilimin dine karşı bir alternatif olmayıp, daha çok ona hizmet edebileceğine inanıyorlar. (s. 127)
Bilim ile uğraşırken de soruları Allah Teâla'nın kast ve hikmetini anlamak ve O'nun sınırsız isim ve sıfatlarını keşfetmek için sormamız ve bilimle de bunun için uğraşmamız gerektiği bu kitabın muhtelif yerlerinde belirtiliyor:
Olayların hikmetini, nereye doğru yöneldiğini, olayların akışında hangi maksadın hedeflendiğini sebep-sonuç çizgisini takip ederek anlayabiliriz. Böylece, olayları yürüten ‘Saniin kast ve hikmetini’ anlarız. Demek ki, kâinatın nasıl yaratıldığına bakarak Yaratıcının kâinatı niçin yarattığını anlıyor; yaratıştan maksadının ne olduğunu öğreniyoruz. (s. 68)
...

İşte, sebebin cahilliğinden Alîm ismini, sebebin şuursuzluğundan da Hakîm ismini çıkardık. Demek ki, sebeplerin cahilliği ve şuursuzluğu ile sonuçlardaki mükemmellik ve sanatı ne kadar iyi anlarsak, ikisi arasındaki sonsuz farktan Allah’ın sonsuz ilim ve hikmet sahibi, yani Alîm ve Hakîm olduğunu o kadar net görebiliriz. (s. 77)
...
Bu esnada akla gelebilecek bir soruya da hemen cevap veriliyor:
(Allah Teâla'nın) Kudreti, kâinatın da şahit olduğu gibi, sonsuzdur. Sonuçları sebeplere; yalnızca öyle irade ettiği ve hikmeti öyle gerektirdiği için bağlamıştır. Şu anda yaşadığımız kâinatta böyle bir düzen irade etmiştir. Bu âlemde hikmeti icabı başağı toprakla, suyla, güneşle, havayla v.s. olgunlaştırır. (s. 71)
Buradan artık soruların nasıl sorulması gerektiğini de çıkıyor:
Demek ki, O’nun güneşi döndürmedeki maksadı, bizim iyiliğimiz, bizim rahatımızdır. Bu dönüşün ucunda, bizim için sayısız bahar çiçekleri, buğday başakları asılmış. İşte, Cenab-ı Hak bize bu sayısız meyveleri hatırlatarak güneşin dönüşündeki bir hikmeti anlatır. Tâ ki, biz de "Güneşi döndüren Sâni bize merhamet ediyor, bize ihsanlarda bulunuyor" diye anlayalım. (s. 69)
Yer niçin çeker sorusu da "yer nasıl çeker?" veya "Allah Teâla'nın yeri çektirmedeki maksadı ne olabilir?" şekline dönüyor ve insanı tefekküre davet ediyor ve Sübhanallah, Mâşaallah, Allahü Ekber dedirtiyor.

Fransa'da Lâik Sistem ve Toplum

Müslime Genç Şuuru kitabında Avrupalıların kendi medeniyetlerinden feryâd-u figan ederek, aile yapısını, aile huzurunu erkek ve kadının birbirine bağlı kalıp huzura kavuşmaları için arayışta devam etmelerini anlatırken söyle diyor:
Son son işin hakîkatini anlayan Tony Anatrella'nın sözlerini, 26 Mart 1993 Cuma tarihli Türkiye Gazetesi'nden buraya alıyoruz:
20'nci asır, çocuklarımıza varlık sebeblerini düşünmeyi bile unutturdu. İdeallerini kaybeden Fransız toplumu başta olmak üzere insanlık, bugün için ruhunu unutmuş ve ihmal etmiş durumdadır. Bunun sebebi lâik rejimdir. Din eğitiminin ortadan kaldırılmasıdır. Lâik sistem, bu bunalımlı ve hastalıklı toplumun yeşermesine yol açmıştır. Dinimizden bahsetmekten utanıyoruz. Biz Fransızlar, aslımızdan, dînimizden, geçmişimizden, atalarımızdan, babalarımızdan bahsetmekten utanır hale geldik. Toplumumuzdaki işsisizliğin, cinayetlerin, zinanın, boşanmaların, cinsî sapıklık ve tacizlerin, AIDS'in, uyuşturucunun, intiharın ve bütün saldırganlıklarının temel sebebi, Allah'ı inkar, dîni küçük görmek, ona karşı gelmeyi üstün bir şeymiş gibi görmek ve ahlaksızlıktır. İdeallerimizi kaybettik. Her yıl 135 bin insan intihara teşebbüs ediyor. Bu durum, dînî inancın kalmadığı toplumumuzun ideallerini kaybettiğini göstermiyor mu? Hepimiz bir felaket dönemi içerisinde, inançsızlığın hâkim olduğu bir ülkede yaşadığımızı bilmeliyiz. İnançsız yetişmek ve bu tip nesiller yetiştirmekle, bizler kendimizi daha yaşarken öldürüyoruz. Başta basın, radyo - televizyon olmak üzere medya ve bütün sanatçılar, bize zaman öldürmeyi öğretti. Birçok genç de, ideal olarak bu tipleri önder seçti ve bunlarla özdeşleşti. Geleceğin, istikbâlin bir manası yoksa, hayatınki nasıl anlaşılabilir? İdeali olmayan toplumun geleceği yoktur. Geçmişine sahip çıkmayan toplum da ölmeye mahkumdur.
Demek ki laikliğin sorgulanması Fransa'da mümkün. Avrupa'ya her alanda uymak isteyenler bunda uymuyorlar. Se'adet-i Ebediyye kitabının yazarı, kitabın önsözünde tahsil hayatından bir miktar bahsediyor. Bunun da bir kısmını Avrupalılaşma hareketinin çok masum olmadığının anlaşılması için buraya yazıyorum:
İlk tahsîlimi, baba yerim olan İstanbulda, Eyyûb sultânda, Reşâdiyye nümûne mektebinde yapdım. Evimden ve ilk mektebden din terbiyesi, din bilgisi aldım. Halıcıoğlu Askerî lisesi Orta ve Lise kısmında okurken, mekteblerden Kur'ân-ı kerîm ve din dersleri kaldırıldı. Allahü teâlânın, sevgili Peygamberimizin ve islâm âlimlerinin ismleri söylenmez oldu. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek, olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fekat, mukaddesâtıma saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradım. Îmân ile küfr arasında bocaladım. Küçük aklımla düşünerek, müslimânlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi inceliyordum. Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları fedâ edemiyordum. Altı sene, bu iki te'sîr altında sarsıldım. Birkaç sene önce, berâber oruc tutduğumuz, nemâz kıldığımız arkadaşlarım, öğretmenlerin ve gazetelerin iftirâlarına aldanarak, ibâdetden vazgeçdiler. Yalnız kalmak, beni dahâ da üzdü. Acabâ haksızmıyım, yanlış yoldamıyım diyordum. (m. 1929) senesinde, lise son sınıfda, onsekiz yaşında idim.
...
.