16 Kasım 2008 Pazar

Ordu Dini Kullanmayı Atatürk’ten Öğrendi

Atatürk “ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum.” demişti. Askerlerinin onun bu sözüne itaat edeceğini biliyordu. Bunu Corienne Lütfü’ye Çanakkale'den yazdığı samimi mektuplardan okuyoruz:
Aziz Madam,
Karargâhımın kâtiplerinden Hulki Efendi'nin İstanbul'a seyahatinden faydalanarak size bu mektubu yazıyorum.

Birkaç gün evvel içinde latife sözleri bulacağınız bir kartpostal yollamıştım.
Burada hayat, o kadar sakin değil. Gece gündüz, her gün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer mermiler başlarımızın üstünde patlamaktan hali kalmıyor. Kurşunlar vızıldıyor ve bomba gürültüleri toplarınkine karışıyor. Gerçekten bir cehennem hayatı yaşıyoruz.

Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Bundan başka hususi inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün: Ya gazi veya şehid olmak. Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek. Orada Allah'ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyyen onların arzusuna tâbi olacaklar. Yüce saadet.

Sizin mantıki nasihatlerinizi beklerken şimdiki hâdiseler yüzünden kazandığım sert karakteri yumuşatacak romanları etüd etmeye ve böylece ümit ederim ki, hayatın hoş ve iyi taraflarını hissedecek hale gelmeye karar verdim.

Herkesi teshir eden sevimli ve nükteli konuşmanızdan en büyük zevki almak benim için imkânsız olmasaydı, aşk duygularından ve kendisiyle nadiren fikirlerimin birleştiği bir insanın hayat görüşünden başka bir şey ilham etmeyen bir romanın tefrikalarını okumak ihtiyacını duymazdım. Fakat cereyan eden ve bana kısa bir müddet içinde bitecek gibi görünmeyen hadiseler beni Hulki Efendi'ye birkaç roman ismi vermenizi rica etmek zorunda bırakıyor. Gidip satın alabilsin diye.
Valideniz hanımefendiye ve pederiniz beyefendiye hürmetlerimi ve Matmazel Edith'e en samimi hislerimi arz etmenizi ve en hararetli ve hürmetkârâne bağlılıklarıma inanmanızı rica ederim aziz madam.

Adres: Miralay M. Kemal 19. Fırka Kumandanı Maydos
yahut
Miralay M. Kemal
Arıburnu Maydos.
İki Demagoji Örneği
Aslında Atatürk dini kullanıyordu. Atatürkçüler, müslüman liderleri dini kullanmakla suçlayarak Atatürk’ün bu kusurunu örtmeye çalışmakta ve hedef saptırmaktadırlar. Türkçe’de buna karşılık gelen bir kelime var mı bilmem ama Atatürkçüler arasında “kendi kusurunu saklamak için başkasında o kusurun olduğunu iddia etmek” çok kullanılan bir yöntem olagelmiştir. “Tencere dibin kara” sözüne karşılık olarak verilebilecek “seninki benden kara” sözünün de önüne set çekmek için bunu söylemeye yeltenenleri vatan hainliği ve Atatürk düşmalığı ile yaftalayarak ilginç bir demagoji örneği sergilemektedirler. Aslında burada Atatürk düşmalığının kötü ve hatta vatan hainliği ile eşdeğer olduğunu da karşı tarafa kabullendirmek taktiği de belki bilerek belki de bilmeyerek uygulanmaktadır. İki terimi, deyimi veya olayı bu şekilde eşanlamlıymış gibi yanyana kullanarak aralarında anlam ilişkisi olduğunu benimsetmeye çalışmak yöntemi de bir terimle ifade edilmesi gereken ikinci bir husustur.

Dinin Kullanılması ve Din Öğretimi
Atatürk’ün yolundan gittiğini iddia eden Türk ordusu da dini kullanıyor. Hakikaten de Atatürk’ün yolundan da gidiyor. Atatürk’ün önce dini kullanıp sonra yukarıdaki iki demagoji örneğine benzer şekilde ve bununla da kalmayıp İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla savaş açması gibi, Türk ordusu da gerektiğinde askerleri şehitlikle motive ediyor, şehit ailelerini oğulları için şehit töreni düzenleyerek teskin ediyor. Aslında dinle hiç alakası olmayan, Allah’ın dinini korumak ve yüceltmek gibi bir gaye bir yana, bilakis din düşmanlğı yürüten bir kurum, dinin işine gelen kısımlarını kabul edip dini kullanmaktan hiç de geri kalmıyor.

Kemalistlerin “Durun, dininizi size ben öğreteceğim.” anlayışıyla tam da örtüşen bu tutum, İslam hududlarını korumanın vacib olduğunu ve Allah yolunda savaşanların şehit olacağını unutturup vatan topraklarını koruyanlara şehitlik makamı sunuyor. Türk ordusunun da dini kendileri öğretmedikleri sürece işlerine geldiği şekilde kullanamayacaklarının bilincinde olduklarını düşünüyorum.

Neden Din Düşmanlığı
Bir yandan Atatürk devrimleri, bir yandan Atatürkçülerin durmaksınzın Atatürk’ü ve devrimlerini kutsama çalışmaları ve öbür yandan aynı zihniyete sahip insanların ele geçirdiği çok önemli bir kurum olan Türk ordusunun açıklamaları ve hatta gizli gizli yapılan TSK toplumu oluşturma planları (Genelkurmay'ınTürkiye'yi Biçimlendirme Planı) halkın dinini değiştiremedi. Belki de bu başarısızlığın öfkesiyle asker annelerine bunca eziyet reva görülüyor.


Anneleri bakıp büyüttükleri evlatlarını orduya teslim ederken ilginç ve acıklı bir olayla karşılaşıyorlar. Asker annelerinden başı açık olanlar ve başı örtülü olanların 40 yaş ve üstü olanlar oğullarının yemin törenin alınırken, başı kapalı olanlardan 40 yaşın altında olanlar ise tel örgülerin ardında izleyebiliyorlar oğullarının yemin törenini (7 Kasım 2008, Manisa).

İkinci Demagoji Örneğinin Orduya Yansıması
İki numaralı demagoji örneğini sergileyerek başörtüsünü, dini ve gericiliği bir kefeye; kendilerini, Atatürk’ü, ilericiliği, akılcılığı ve çağdaşlığı diğer kefeye koyup insanları ilericilik damarından vurmaya çalışmaktadırlar. En azından şu çok masum görünen çağdaşlığı benimsetmeye çalışmaktadırlar. Halkın dinini küçümsemenin ve yok saymanın etkili olmadığını görünce kendilerine yakın olan ve halkın din konusunda güvenebileceği kişi ve kurumların yardımına başvurmaktadırlar. Bunun neticesinde “Başörütüsü İslam’da... Anadolu kadını gibi bağlarsanız makbul, benim annem de Anadolu kadını gibi gidiği açık bağlardı...” gibi rencide edici edici sözleri duymakta ve dini korumaktan çok uzak olan orduyu öven Cuma hutbelerini dinlemekteyiz.

Birinci Demagoji Örneğinin Orduya Yansıması
Bir numaralı demagoji örneğine de yeri geldikçe başvurmaktadırlar. Ancak göz yummakla gerçekleşebilecek Dağlıca (21 Ekim 2007) ve Aktütün (3 Ekim 2008) baskınlarnından bu yöntemle haklı çıkmaya çalışmaktadırlar. Ve nitekim askerlerin ölmesine göz yumdukları ve hatta bazılarının baskınları saniye saniye izledikleri ve bazılarının da baskın haberini aldığı halde golf oynamaya devam ettikleri ispatlandığı halde haklı çıktılar. Şartların kötü olduğunu bu yüzden karakolu kale gibi yaptıramadıklarını dile getirmekte ve etrafı “Askeri bölge, girmek ve önünde beklemek yasaktır” tabelalı tel örgülerin arkasına golf sahası yaptırmaya devam etmektedirler. Eleştirilmeye başladıklarında kameralar karşısına geçip kışladaki askerine bağırıp çağırır gibi halka bağırıp çağırarak muhtıra gibi açıklamalarda bulunmakta ve baskınların sorumlularının bulunmasını ve yargılanmaını talep edenleri anında PKK propagandası yapmakla veya TSK’yı yıpratmaya çalışmakla suçlayıvermektedirler.

17.08.2009 tarihinde eline pimi çekilmiş bomba verilmesi sonucu dört askerin hayatını kaybetmesi olayı üzerine Rasim Ozan Kütahyalı'nın bir hafta sonra Taraf Gazetesi'nde yazdığı yazı ile bitireyim.
Bu ülkede askere gidilir mi?
Türkiye’de en büyük din sömürüsü, en büyük din bezirgânlığı şehitlik makamı ve şehitler edebiyatı üzerinden yapılıyor... Bu vatanın gepegenç dört evladı vicdan kanatan, insanlıkdışı bir “askerî ceza” vesilesiyle canlarını kaybetti... Ders olsun diye pimi çekilmiş bir bombayı bir askerin eline vermek, onu 45 dakika süründürmek ve bu rezalet sonunda üç arkadaşıyla birlikte ölmesini sümenaltı etmeye çalışmak... Böyle bir onursuzluğa imza atabilmek, üstüne de pişkin pişkin bu katledilen çocukların ailelerine “Oğlunuz vatan için şehit oldu, mekânları cennettir” demek... İnsanın çıldırası geliyor...

Defalarca yazdım yine yazıyorum... Türk ordusunun, Türk devletinin şehitlik tabiri üzerinden yaptığı şey ahlaksızca bir din istismarıdır... Türk devletinin şehadet kavramını kullanması laiklik ilkesine temelden aykırıdır... Laik bir devlette dince kutsal sayılan kavramlar ve değerler kullanılamaz... Bu resmen devletin, vatandaşlarının dinî duygularını sömürmesi demektir... Kutsal din duygularının dünyevi işlere alet edilmesi denen şeyin en hası bugün laik Türk devleti ve ordusu tarafından yapılmaktadır... Ve artık buna bir son verilmelidir... Türk medyasının vicdanlı organları da devletin yurttaşlarının dinî duygularını sömürmesine artık alet olmamalıdır... Gazetemiz Taraf da bundan böyle vefat eden askerlerimizle ilgili “Şehit oldular” tabirini asla kullanmamalıdır diye düşünüyorum... Bu feci olay artık böyle bir ilke kararının kesin olarak benimsenmesine vesile olmalıdır... Gerçekten vicdanlı, gerçekten demokrat ve gerçekten laik tüm yazarlara da buradan çağrıda bulunuyorum... Türk devlet zihniyetinin yurttaşlarımızın kutsal dinî duygularını ahlaksızca sömürmesine ARTIK DUR DİYELİM... Bu sömürüye, bu bezirgânlığa ortak olmayalım!

Dört gepegenç insanın, Er Öztürk, Er Yaman, Er Bulut ve Er Altın’ın psikopatça bir ceza sonucu ölmeleri de şehitlik kavramının sömürülmesi aracılığıyla kapatılmak istendi... Türkiye halkının kırsal kökenli dindar çoğunluğunun yani Derin Anadolu’nun genç evlatları 25 yıldır bu kirli, bu karanlık savaşta hep İslami duyguları sömürülerek ölüme gönderildi... Laiklik gerekçesiyle darbe yapan Türk ordusu, subay alımlarında namaz kılan adayları “laiklik” gerekçesiyle içine almayan Türk ordusu, erleri askere çağırırken ve savaşmaya motive ederken her zaman sonuna kadar laiklik ilkesini çiğnedi...

“Burası Peygamber Ocağı, ben de bir Türk subayı olarak beş vakit namaz kılmak istiyorum”
diyen kişiler ordudan kovuldu!! Ama erleri orduya çağırırken “Burası Peygamber ocağıdır, siz de gerekirse bu vatan için şehit olup, cennete gidecek mehmetçiklerimizsiniz” dendi... Sadece şehitlik değil mehmetçik tabiri bile tümüyle İslami/manevi duygularla örülü bir kavramdır Derin Anadolu’nun yüreğinde... Mehmetçik tabiri Derin Anadolu’da Hz. Muhammed’i akla getirir... Oğullarını askere “Küçük Muhammed” olarak, “Küçük Peygamber” olarak yani Mehmetçik olarak gönderir bu ülkenin halkının büyük çoğunluğu... O manevi duygular sebebiyle düğün zurnayla gönderir oğlunu askere... Sanki bir dinî ibadet gibidir oğlanı askere göndermek Derin Anadolu’nun dünyasında... Bu ülkenin halkının çoğunluğu için çok sevdikleri oğullarını hacca göndermek ile askere göndermek arasında fark yoktur çoğu zaman... Oğlanları öldürülecek olsa da şehadet makamına ulaşacaktır, mekânı cennet olacaktır... O sebeple, bu kirli iç savaş patlamadan önce uzun süre dindar Kürt halkı da oğullarını gönül rahatlığıyla askere gönderiyordu bu ülkede... Aynı ortak İslami/manevi duygular sebebiyle....

Ne kadar acı, ne kadar trajik ki bu safiyane manevi duyguların istismarı üzerinden ne vatan evlatları bu dört er gibi sebepsiz yere can verdi... Eğitim zayiatı gerekçesiyle kaç asker öldü? Kaç defa yaralı askerler yardım beklerken telsizden “Analar çok mehmetçik doğurur ama Skorsky doğuramaz, helikopteri riske atamayız!” diye cevap geldi... Çünkü ne gerekçeyle, ne ihmaller ne hatalar ne suiistimaller sebebiyle bu ülkenin gençleri ölürse ölsün bu durumu sorgulamıyordu Derin Anadolu... Tam aksine “Oğlum şehit oldu, mekânı cennet oldu” diye seviniyordu belki de... At izinin, it izine karıştığı bu kirli ve karanlık savaşı da sorgulamıyordu... Kendi iç yapısında birazcık dindar subayları bile barındırmayan, derhal kovan Türk Genelkurmay zihniyeti tam gaz din sömürüsüne devam ediyordu “şehit aileleri”yle temastayken... Oğullarını kaybetmiş bu insanların acıları üzerinden, daha fazla din istismarı yaparak daha fazla kan akmasını kışkırtıyordu kimi generaller, subaylar ve politikacılar...

Böyle utanç tablosunun olduğu bir ülkede askere gidilir mi? Böyle bir ortamda askerlik “vatan görevi” sayılabilir mi?

http://www.taraf.com.tr/makale/7165.htm

31 Ekim 2008 Cuma

İptal Gerekçesi

Anayasa Mahkemesi'nin, başörtüsünü üniversitlerde serbest bırakakan Anayasa değişikliğine dair yapılan düzenlemenin iptal gerekçesinin bir kısmıdır:
...

5735 sayılı Kanun’un 2. maddesinde ise, kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimsenin yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemeyeceği belirtilerek yüksek öğretim kurumlarında dinî amaçlı örtünme nedeniyle öğrenim hakkından yararlanmanın engellenmesinin de önüne geçilmektedir. Bu durumda, yasa ile açıkça yasaklanmadıkça yüksek öğretimde kıyafetin herhangi bir ölçüye tabi tutulmaksızın serbest bırakıldığı, yükseköğrenim hakkını kullananlara bu kıyafetleri taşımaktan dolayı herhangi bir yaptırım uygulanamayacağı ortaya çıkmaktadır.

Bireysel bir tercih ve özgürlük kullanımı olsa da, kullanılan dinsel simgenin tüm öğrencilerin bulunmak zorunda olduğu dersliklerde veya laboratuar ortamlarında, farklı yaşam tercihlerine, siyasal görüşlere veya inançlara sahip insanlar üzerinde bir baskı aracına dönüşmesi olasılığı bulunmaktadır. Bu olasılığın ortaya çıkması durumunda taşınan dinsel simgenin başkalarının üzerinde yaratacağı baskı ve olası eğitim aksamaları ile kamu düzeninin bozulması karşısında, üniversite yönetimlerinin ve kamu kurumlarının müdahalesine olanak verilmemesi, herkesin eşit şekilde eğitim hakkından yararlanmasını engelleyebilecektir.

Dava konusu kurala bakıldığında “kanunda açıkça yazılı haller”in ne olduğu ve ne zaman geçerlilik kazanacağı hususu, yasa koyucunun aktif bir yasama tasarrufuyla anlaşılabilecektir. Anayasal düzenimizde yasa koyucuyu yasal düzenlemeye zorlayıcı bir hukuksal yaptırım mekanizması bulunmadığından, başkalarının özgürlükleri ve kamu düzenini koruyucu yasal önlemlerin alınmasının yasa koyucunun takdirine kalacağı açıktır. Yasa koyucunun temel siyasal karar mekanizması olduğu ve ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun belirli bir dine mensup olduğu dikkate alındığında, bu takdirin dinsel özgürlüklerin sınırlandırılmasında kullanılmasının güçlüğü açıktır. Temel düzen normu olan Anayasa kuralları değiştirilirken, çoğunluk inancının dışında kalan insanların temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasının yasa koyucunun takdirine bırakılmaması, kayıtlar ve güvence mekanizmalarının doğrudan anayasada yer alması, demokratik anayasacılık deneyiminin sonucu olan insan haklarına dayalı devlet olmanın da bir gereğidir.

...

Atatürk devrimlerinde önemli bir yer tutan laiklik ilkesinin değerlendirilmesinde, yukarıdaki kurallar ile Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlarda ulaşılan sonuçların göz önünde bulundurulması gerekir.

Anayasa Mahkemesi’nin birçok kararında ayrıntılı olarak açıklanan laiklik ilkesi düşünsel temellerini Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma dönemlerinden alır. Çağdaş demokrasilerin ortak değeri olan bu ilkeye göre, siyasal ve hukuksal yapı, dogmalardan arındırılarak akılcılığı ve bilimsel yöntemleri esas alan katılımcı demokratik süreçlerin ürünü olan ulusal tercihlere dayanır. Bireylerin anayasal özgürlüklerinden inanç, din, mezhep veya felsefi tutum nedeniyle ayrımsız yararlandığı, akılcılığı esas alan bir süreç olan aydınlanma koşullarının sağlandığı toplumlarda laik ve demokratik değerler özümsenir, siyasal, sosyal ve kültürel yaşam da buna bağlı olarak evrensel değerlerin egemen olduğu çağdaş bir görünüm kazanır. Laikliğin bu işleviyle toplumsal ve siyasal barışı sağlayan ortak bir değer olduğu açıktır. Bireylerin özgür vicdani tercihlerine dayanan ve sosyal bir kurum olan dinler, siyasal yapıya egemen olmaya başladıkları veya ulusal irade yerine siyasal yapının hukuksal kurallarının meşruiyet temelini oluşturdukları anda toplumsal ve siyasal barışın korunması olanaksızlaşır. Hukuksal düzenlemelerin katılımcı demokratik süreçle ortaya çıkan ulusal irade yerine dinsel buyruklara dayandırılması, birey özgürlüğünü ve bu temelde yükselen demokratik işleyişi olanaksız kılar.

Siyasal yapıya egemen dogmalar öncelikle özgürlükleri ortadan kaldırır. Bu nedenle çağdaş demokrasiler, mutlak hakikat iddialarını reddeder, dogmalara karşı akılcılıkla durur, dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklayabilecek toplumsal ve düşünsel temelleri yaratır, din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, dini siyasallaşmaktan ve yönetim aracı olmaktan çıkarır.

...

7 Ekim 2008 Salı

Atatürk'ün Dine Bakışı 2

Atatürk'ün Madam Corinné'ye yazdığı 20 Temmuz 1915 tarihli mektubunun yayınlanan kısmı:
Aziz Madam,
Karargâhımın kâtiplerinden Hulki Efendi'nin İstanbul'a seyahatinden faydalanarak size bu mektubu yazıyorum.

Birkaç gün evvel içinde latife sözleri bulacağınız bir kartpostal yollamıştım.
Burada hayat, o kadar sakin değil. Gece gündüz, her gün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer mermiler başlarımızın üstünde patlamaktan hali kalmıyor. Kurşunlar vızıldıyor ve bomba gürültüleri toplarınkine karışıyor. Gerçekten bir cehennem hayatı yaşıyoruz.

Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Bundan başka hususi inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün: Ya gazi veya şehid olmak. Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek. Orada Allah'ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyyen onların arzusuna tâbi olacaklar. Yüce saadet.

Sizin mantıki nasihatlerinizi beklerken şimdiki hâdiseler yüzünden kazandığım sert karakteri yumuşatacak romanları etüd etmeye ve böylece ümit ederim ki, hayatın hoş ve iyi taraflarını hissedecek hale gelmeye karar verdim.

Herkesi teshir eden sevimli ve nükteli konuşmanızdan en büyük zevki almak benim için imkânsız olmasaydı, aşk duygularından ve kendisiyle nadiren fikirlerimin birleştiği bir insanın hayat görüşünden başka bir şey ilham etmeyen bir romanın tefrikalarını okumak ihtiyacını duymazdım. Fakat cereyan eden ve bana kısa bir müddet içinde bitecek gibi görünmeyen hadiseler beni Hulki Efendi'ye birkaç roman ismi vermenizi rica etmek zorunda bırakıyor. Gidip satın alabilsin diye.
Valideniz hanımefendiye ve pederiniz beyefendiye hürmetlerimi ve Matmazel Edith'e en samimi hislerimi arz etmenizi ve en hararetli ve hürmetkârâne bağlılıklarıma inanmanızı rica ederim aziz madam.

Adres: Miralay M. Kemal 19. Fırka Kumandanı Maydos
yahut
Miralay M. Kemal
Arıburnu Maydos.
İhsan Yılmaz'ın 9 Nisan 2001 tarihli Milliyet gazetesinde yer alan "Atatürk'ün Gizlenen Mektubu" başlıklı yazısı:
Atatürk’ün gizlenen mektubu
Türkçe’ye çevrilmeyen kısımda Atatürk, ‘Çok garip bulduğum bir şey var. Erkeklere huriler vaat eden Hz. Muhammed, kadınlar için hiçbir taahhüde girmiyor’ diyor.

Prof. Dr. Erdal İnönü... SODEP ve SHP eski Genel Başkanı... Kısa sayılabilecek "siyaset" hayatında, esprili üslubu, mütevazılığı’yle farklı ve renkli olmayı başardı. Kendi isteğiyle politikaya veda etti. Siyasi mücadele içindeyken, hiç hoşlanmadığı davranışlarla, kendisini omuzlarda taşımak isteyen, kapısını açmaya çalışan ya da otel parasını ödemek isteyen partililerle de mücadele etti.

Erdal İnönü, renkli anılarını topladığı kitabının üçüncü cildini yayına hazır hale getirdi. Doğan Kitapçılık’tan çıkacak olan "Anılar 3" te, 1984 yılında yaşanan gelişmeler, SODEP - HP birleşme süreci, Türkiye gezileri, üniversite yılları ve tarihe ışık tutacak anekdotlarla süslediği anıları önemli satırbaşlarını oluşturuyor. Küçük alıntılarla, "Anılar 3"ü dikkatinize getiriyoruz.

Erdal İnönü, Osmanlı uyruğuna geçen İtalyan asıllı Gregoire’nin torunu ve Mustafa Kemal’in Harbiye’den arkadaşı Ömer Lütfü’nün eşi olan Corinne Hanım’a yazdığı ve bugüne kadar bir kısmı neden Türkçe’ye çevrilmediği bilinmeyen mektubuna kitabında yer verdi. Babasından geçtiğine inandığı "yanlış yakalama" huyu sayesinde bu mektubun Türkçe’ye çevrilmeyen bölümüne tesadüfen ulaşan İnönü’nün kaleminden olayın öyküsü şöyle:

"Bu mektuplardan (Atatürk’ün Corinne’e yazdığı 15 mektup, beş kart) büyük bölümü Peyami Safa tarafından Türkçe’ye çevrilerek 1954’te Milliyet gazetesinde yayımlandı...

Corinne’in kardeşi Edith’in (Edibe) kızı olan Melda Özverim, bir belgesel kitapta, hem teyzesinin hem de ailesinin tek mirasçısı olarak kendisine kalan mektup ve kartların tümünü Fransızca asıllarıyla birlikte kamuoyunun ilgisine sundu.

Tesadüfen rastladı
Melda Özverim’in kitabı ilk çıktığında, teyzesinin öyküsünü ve Atatürk’ün mektuplarının çevirilerini hayranlıkla okumuştum. Kitaplığı düzeltirken kitap tekrar karşıma çıktı. Düşünmeden elime aldım ve açtım. Mektupların Fransızca asıllarının yazılı olduğu bölüme rastlamıştım. İlk gözüme çarpan mektubu okumaya başladım ve birden Türkçe çevirilerde görmediğim bir bölümle karşılaşmış olduğumu fark ettim. Mektup, Çanakkale Savaşları sırasında, 20 Temmuz 1915’te, Maydon karargâhında yazılmış ve 19. Tümen Komutanı Colonel Mustafa Kemal imzasını taşıyor. Mektubun bir yerinde Atatürk, cephede nasıl bir yaşam sürdüklerini anlatırken, Peyami Safa’nın çevirisiyle şunları söylüyor:

‘... Gerçekten de cehenmem hayatı yaşıyoruz. Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidir. Bundan başka hususi inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini daha çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün. Ya gazi, ya şehit olmak! Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek. Orada Allah’ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzusuna tabi olacaklar. Yüce Saadet...’

Mektupta atlanan kısım
Peyami Safa’nın Türkçe’ye çevirisini yapmayıp atladığı kısım İnönü’nün çevirisiyle şöyle:

‘Görüyorsunuz ya Madam, benim insanlarım şehit olmayı ararken de budalaca davranmıyorlar. Peygamberimiz ne kadar bilgeymiş. İnsanların gerçek arzularını ne kadar iyi biliyormuş. Bana gelince, çok yazık ki, bu inanmış insanların, Allah vergisi nitelikleri bende yok, ama bu nitelikleri desteklemeyi de hiç ihmal etmiyorum.

Çok garip bulduğum bir şey var. Erkeklere huriler ve başka güzel eğlenceler vaat eden Hazreti Muhammed, kadınlar için hiçbir taahhüde girmiyor. Bu duruma göre ölümden sonra erkekler, cennetteki kadınlara sahip olarak hoş vakit geçirirlerken, kadınların dayanılmaz hale düşecekleri anlaşılıyor. Öyle değil mi?

Gördüğünüz gibi Madam, dağdağalı ve kanlı bir yaşama alıştıktan sonra da insan, cennet ve cehennemden söz etmek ve hatta yüce Tanrı’yı bile eleştirmek için zaman bulabiliyor. Madam, eğer Tanrımızı eleştirerek günaha girmemi önlemek isterseniz, çarpışmalar dışında kalan zamanımı, hangi meşgaleyle geçirebileceğim konusunda lütfen bana yol gösteriniz.’

Evren çıplaklığı keşfetti
Samsun’da Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’na başlamasını simgeleyecek ve "İlk Adım" adı verilecek bir anıt - heykel yapılması kararlaştırılmış ve bir yarışma açılmıştı. Hakkı Atamalu, Atatürk’ü at üstünde, yanında genç kız ve bir genç erkekle birlikte gösteren bir heykel tasarımıyla yarışmayı kazanmış ve heykeli yapmış. Fakat heykeli gören Evren, gençlerin çıplak olarak gösterilmesine itiraz etmiş. Bunun üzerine Atamalu, heykeldeki gençleri giydirmiş, fakat Evren gene kabul etmemiş ve sonunda heykel, genç figürleri çıkartılarak dikilmiş. Olayı anlatan Atamalu, ‘... Gençleri çıkarmakla, heykelin sanat değerini çok düşürdüler. Devlet Başkanı da olsa, kimsenin bunu yapmaya hakkı yoktur. Dava edip hakkımı arayacağım.’

Bu girişimin sonucu ne oldu bilmiyorum ama 2000 yılı başlarında Samsun’a gittiğimde, heykeldeki gençlerin hâlâ yerinde olmadığını öğrendim. Oysaki bu arada ilk gerekçe de ortadan kalkmıştı. Çünkü Evren’in kendisi, insan vücudunun sanattaki değerini keşfettiğini, yaptığı çıplak resimleriyle göstermişti.

Hizipleri geç anladım
İnönü, kitabında SODEP ve SHP’deki hizipleri de anlatıyor. Yapılan uyarıların kendisini kaygılandırmadığını itiraf ediyor... "Dostluk, kardeşlik ifadeleriyle, ortak amaca yönelik uyumluluk çağrılarıyla, tedavi edilemeyecek vahim hastalığa yakalanmış olduğumuzu, o günlerde anlayamamıştım.

... Görüşmemiz sırasında (Başkanlar Kurulu toplantısı) Aydın Güven Gürkan’ın önemli kaygısının, Baykal hizbi diye bilinen arkadaşlarımızın partide nüfuzunun artmasını önlemek olduğunu fark ettim. Bu konuda, eski CHP’lilerle epey konuşmuş ve benden fazla bilgi sahibi olmuştu. Ben hâlâ bu konudaki kaygıların abartıldığı düşüncesiydeydim.

... Üç arızanın arkasında, dolaylı dolaysız temel etkenin, bir hizip çalışması olduğunu algılayamamıştım. Bu tanı hatasının bedelini, daha sonra çok pahalıya ödeyeceğimi de henüz bilmiyordum.

Peygamberler orta yaşlı!
Erdal İnönü, anılarının üçüncü cildinde, peygamberlerin orta yaşlılar arasından çıkmasının nedenini de şöyle değerlendiriyor: "Tekrar düşününce ölüm karşısındaki tutumun şöyle özetlenebileceğini fark ediyorum. Ölüm korkusu, gençken ruhun canlılığıyla, yaşlıyken vücudun yorgunluğuyla aşılıyor. İkisi arasında da bir sıkıntı dönemi yaşanıyor. Peygamberlerin genellikle orta yaşlılar arasında çıkmasının bir nedeni bu olmalı."
Sansürlenen kısım, Atatürk'ün din hakkındaki çelişkili söz ve davranışların sebebi hakkında önamli ipuçları veriyor:
“….Gerçekten de cehennem hayatı yaşıyoruz. Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidir. Bundan başka hususi inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini daha çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün. Ya gazi ya şehit olmak! Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek… Orada Allah’ın en güzel kadınları, huriyeleri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzusuna tabi olacaklar. Yüce saadet… Görüyorsunuz ya madam, benim insanlarım şehit olmayı ararken de budalaca davranmıyorlar. Peygamberimiz ne kadar bilgeymiş! Bana gelince… Çok yazık ki, bu inanmış insanların, Allah vergisi nitelikleri bende yok ama bu nitelikleri desteklemeyi de hiç ihmal etmiyorum.

“Çok garip bulduğum bir şey var: Erkeklere huriler ve başka güzel eğlenceler vaat eden Hazreti Muhammed, kadınlar için hiçbir taahüüde girmiyor. Bu duruma göre ölümden sonra erkekler, cennetteki kadınlara sahip olarak hoş vakit geçirirlerken, kadınların dayanılmaz hale düşecekleri anlaşılıyor. Öyle değil mi?

“Gördüğünüz gibi madam, kanlı bir yaşama alıştıktan sonra da insan, cennet ve cehennemden söz etmek ve hatta yüce Tanrı’yı bile eleştirmek için zaman bulabiliyor. Madam, eğer Tanrı’mızı eleştirerek günaha girmemi önlemek isterseniz, çarpışmalar dışında kalan zamanımı hangi meşgaleyle geçirebileceğim konusunda lütfen bana yol gösteriniz.”
Gerçek şu ki Ataturk politikası gereği halkın dine bağlılığını avantajına kullanabilmek ve şeyhlerin nüfuzlarindan yararlanmak icin zaman zaman hacılarla, hocalarla, şeyhlerle de ittifak kurmuştur. Zaten savaşı bitirip, kendi kontrolünü meclise iyice yayana kadar hilafete karşı açık pek sık duruş almadı. Türkiye Cumhuriyeti'nin resmen laik olması da sonraları gerçeklesmistir.

Kısacası emellerini gerçekleştirmek için Atatürk dini kullanmıştır. En büyük emelinin de Türk halkına en hakiki yol göstericinin akıl ve bilim olduğu bilincini yerleştirmek ve Türkiye'yi bir Avrupa devleti haline getirmek olduğu görülüyor.

Yukarıda sözü geçen mektuptan sonra yine Madam Corinné'ye yazılan 6 Mayıs 1916 tarihli mektubu da Atatürk'ün İslam dinindeki cennet ve batıl inançlardaki fal hakkındaki görüşlerinin ve her türlü dogmaya karşı durmasında ne kadar samimi olduğunun (veya samimiyetsiz olduğunun) anlaşılmasına yardımcı olması için nakletmek istiyorum:
Aziz Madam,
Bu defa size hakiki dostluğumuzu hatırlatmak için ilk önce ben kalemi elime alıyorum. Batıdan doğuya kadar devam eden uzun ve yorucu bir yolda iki ay kadar seyahat ettikten sonra bir istirahat anı bulunabileceğine inanılır, değil mi? Fakat, heyhat! Görülüyor ki, bu ancak ölümden sonra mümkün olacak. Fakat bu hayali rahata kavuşmak için Allah'ımızın cennetine gitmeye kolay kolay razı olacak değilim.

Yarın başka bir seyahat istikâmetinde gideceğim. Diyarıbekire gelen Nuri'ye beni bugün bulunduğum Siird'den üç gün uzakta Miyotarkin'de bulmasını emrettim.
Nihayet üç gün sonra birbirimizi göreceğiz ve eminim, geçmiş günlerden, bilhassa sizin aziz varlığınız sayesinde yaratılan iyi ve sevimli hatıralardan hararetle bahsedeceğiz.

Bu satırları yazarken Doktor Hüseyin Bey yanımda, size ne yazdığımı soruyor ve kimlerin Matmazel Edith'e ait olacaklarını anlamakta ısrar ediyor. Çok memnun olsun diye, aziz Edith'in melekâne tavırlarla fala baktığı tatlı anları hatırlamaklığımıza müsaade ediniz.

Valideniz hanımefendiye seçkin hürmetlerimi arz ederim.

Doktor, Matmazel Edith için yazdığım cümleyi dinledikten sonra beni yalnız bıraktı. Ben, yalnızım, fakat her şeyi tasvirden acizim. bu sayfaların geri kalan kısmını önümde bulunan bir kitaptan aldığım bazı sözlerle dolduruyorum: "Orduların hâlâ devam eden mekanik hareketleri sona ermek üzereydi. Zira halkın harareti söndüğü zaman askerler bulunmaz. Ruhların takati bittiği zaman generaller kendilerine geçmezler ve zaferler, askerlerle, generallerle ve para ile birlikte sona erer..." Mignet.

Son söz: "Ya hiç doğmamış olmak veya hiç unutulmamak isterdim." Chateaubriand.

Adres: General Mustafa Kemal Diyarıbekir
Kırp kırp nereye kadar?
Abdurrahman Dilipak'ın konuyla alakalı bir yazısını da sonradan da olsa eklemek istiyoum.
Mustafa Kemal Kimdir?
En son bu konuda konuşurken Nevzat Yalçıntaş'ı dinledim. Mustafa Kemal'in, Hz. Peygamber'in türbesinin muhafazası için tepkisini gösteren bir belgeden söz ediyordu ve bu olayın onun dine bakışını belgelediğini söylüyordu..

Yalçıntaş Hocanın sözünü ettiği belge neredeyse, kimdeyse açıklanmalı. Bu belge niye açıklanmıyor? Ortaya çıkarsa birilerinin Atatürkçülüğünün ve laiklik yorumunun zarar görmesinden mi korkuluyor? Gerçek neyse o! Gerçek herkes için en iyi olandır..

En son Nutuk'ta nasıl tahrifatlar yapıldığından söz ediyordu bir arkadaş.. Bir başkası da Mustafa Kemal adına nasıl sözler uydurulup bu sözlerin duvarlara asıldığını anlatıyordu. Bir başkası, Mustafa Kemal heykellerindeki garipliğe, bir başkası resimlerin dilindeki farklı imajlara vurgu yapıyordu. Ben yıllar önce “Bir Başka Açıdan Kemalizm” kitabının kapağına bu dört eğilimi/yorumu/bakış açısını gösteren 4 farklı resim koymuştum..

Sonuç, Mustafa Kemal'in Atatürkçülerin elinden kurtarılması gerekiyor.. Bu konudaki tartışmaları yasaklayan mevzuatın ve anlayışın değiştirilmesi gerekiyor..

Şimdi bir kahvehane düşünün, vatandaş kendi arasında bu konuyu konuşuyor.. Tartışılan, daha doğrusu cevabı aranan soru şu:
-Müslüman mı?
-Evet Balıkesir hutbesini duymadınız mı? Hem ne demiş: Benim dinim.
-Tabii ya, Diyanet'in kitaplarındaki Atatürk hangi Atatürk, Milli Eğitimin ders kitaplarında anlattığı Atatürk hangisi? Ahmet Akgül’ün, Adnan Hocanın, Ahmet Tekin’in Atatürk'ü. Kaç tane Atatürk var bu memlekette kardeşim..
-Yok canım Hıristiyandı. Arvas'ın hatıratına bakmadınız mı? Orada açık açık resmi dinin Hıristiyan olması tartışılmış.. Din terakkiye manidir denmiş.
-Hadi canım sen de! Mustafa Kemal hiçbir dine inanmıyordu. Baksana biz ilhamımızı gökten almıyoruz diyor. Bilime inanıyordu. Akılcı biri idi. Dinlerin safsata olduğunu düşünüyordu.
-Hayır hayır o dinde reform taraftarı idi..
-Agnostikdi Agnostik..
-O ne kardeşim
-Bilinmezlikçi, bilinmezlikçi..
-Rıza Nur ne diyordu?
-Kardeşim, bir sürü şey söylüyorlar, bazan siyaset icabı, bazan yaşı icabı, bunların hepsi arasında gidip gelmiş olamaz mı?
-Sen bir alemsin kardeşim.. Peki sonunda nerede karar kılmış?
-İlle bir yerde karar kılması mı gerekiyordu?
-Olur mu canım Tekin Alp adı ile yazan Moiz Kohen'in yazdıklarına baksana. Din irtica, dindar mürtecidir. Din fesat ve melanet yuvası idi..
-Peki din dersleri, imam okulları..
-Ya siyaset icabı. Dini kontrol altına alarak tedricen tasfiye etmek asıl maksat.
-Hayır hayır Allah'a inanıyor, ama dine, peygambere inanmıyordu. Deistti Deist.. Bak işte gazetede yazıyor: “Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Tunçay iddiasını bir kez daha yineledi. 'Atatürk tam bir deistti' dedi. Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay, Mustafa Kemal Atatürk'ün deist olduğunu, ateist ya da agnostik olmadığını iddia etti. Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay, 'Aydınlanma dinin dışında bilime yönelmek olarak kabul edildi. Aydınlanmada pek çok insan dini reddetmekle birlikte tanrıyı reddetmemiş deist olmuş, deist yani yaradancılık. 'Bu dinde birtakım hurafeler olabilir, ama aslolan bir yaratıcısı olmalı bu alemin' diyorlar. Atatürk'ün de bir deist olduğunu düşünüyorum. Agnostik ya da ateist değildi' diye konuştu. Mete Tuncay daha önce de, “Atatürk Bulgaristan’daki ataşeliği döneminde İslâm ve diğer dinlerle arasındaki mesafeyi tamamen açmıştı. Atatürk sonuna kadar deistti. Dinlerin biraz safsata olduğunu kabul etmekle birlikte bir yaratıcının, Tanrının varlığına inanıyordu” demişti.
“Deist, kelime anlamıyla Tanrı'ya inanan ama dinlere inanmayan manasına geliyor. Deistler genelde doğaüstü olayları (kehanet veyahutta mucizeler), Yaradan'ın dinlerle olan bağını, kutsal metinleri ve ortaya çıkmış tüm dinleri reddederler. Bunun yerine; deistler doğru dini inanışların insan mantığında ve doğal Dünyanın kanunlarında görmeyi tercih ederler. Bu doğrultuda da; varolan tek bir Tanrı'nın ya da üstün varlığı kabul ederler.”
-Nereden çıkarıyorsunuz bütün bunları.. O Şemsi Efendi Mektebinde okudu, Şemsi Efendi'nin gerçek adı Şimon Zwi. Şemsi Efendi Mektebi, Türkçe bilmeyen Musevi çocuklarını haham yetiştirmek üzere, Alatini Efendi'nin desteği ile kurulan bir Kabbala okulu idi. Ilgaz Zorlu bunun Tarih ve Toplum Dergisi'nin ilk sayısında “Şemsi Efendi Mektebi hakkında bilinmeyen birkaç nokta” diye yazdı kardeşim..
-Ilgaz'ın uydurmadığını nasıl anlayacağız bu iddiaları..
-Yok canım uyduruyorlar. Bir defa o komünist fikirleri benimsemişti. Arkadaşlarını “yoldaş” diye selamlıyordu. Komünist Partisi'ni bizzat kendisi kurdurdu.
-Olur mu canım! O, saf kan bir milliyetçiydi.. 10. Yıl Albümüne Hitler'in sözlerinin alınması bir tesadüf değil. Kendine “Führer” diye kartvizit bile bastırdı. O, Türk ulusçuluğunun babasıdır. Türk Ocakları, Ziya Gökalp ne oluyor o zaman?..
-Arkadaşlar Atatürk Masondu. Makedonya Locasına bağlı idi. Yanılıyorsunuz!
-Hadi canım sen de!.
-Mason Locasını kapatan kimdi peki?
-Niye kapattı, kapattı da ne oldu?. Meşriki Azamı kendine müşavir yaptı. Mim Kemal Öke. Niye kapattı? Aynı gayeye hizmet edecek iki cemiyete ihtiyaç yoktur, projelerinizi getirin; Halk Fırkası altında icra edin diye..
-Şimdi anlamadım, Atatürk bir dine inanıyor mu idi, dinsiz mi idi? İnanıyorsa, inandığı din hangisi idi?
Sahi bu işten siz bir şey anladınız mı? Tamam vazgeçtim. Bu konuda anlaşamayacağız..

Peki şöyle yapalım: Hükümetin, Genelkurmay'ın, Diyanet'in, CHP'nin, MHP'nin, SP'nin, İP’in, AK Parti'nin Atatürk'ü aynı Atatürk mü, ya da bunların üzerinde anlaşabilecekleri bir Atatürk olabilir mi? Adnan Hocanın Atatürk'ü ile Atatürkçü Düşünce Derneği'nin Atatürk’ünün aynı kişi olması mümkün mü? Kim doğru söylüyor, gerçeği saptıran kim? O zaman neyi tartışıyoruz, neyi konuşuyoruz ki? Hani konuşmaya başlasak, Atatürk'ün nerede, ne zaman doğduğunu da, ne zaman ve nasıl öldüğünü, Samsun'a ne zaman nasıl çıktığını da tartışacağız. Atatürk'ün Türk, Kürt ve ulus devlete bakışı neydi desem, hiç içinden çıkamazsınız, eminim..

Genelkurmay'ın Atatürk'ü ile, Diyanet'in, Erbakan'ın, Adnan Hocanın, Ahmet Tekin’in, Ahmet Akgül’ün anlattığı aynı Atatürk mü? Ecevit'in, MHP’nin, Baykal’ın, Cumhuriyet gazetesinin, ADD’nin, ÇYDD’nin, Tekin Alp’in, Osman Nuri Çerman’ın, Demirel'in anlattığı kişi aynı kişi olabilir mi? Ya da Kenan Evren’in Atatürk'ü bu anlatılanlardan hangisine benziyor.. Nadi, “Ben Atatürkçü Değilim“ derken ya da Atilla İlhan, “Hangi Atatürk” diye sorarken neyi anlatmaya çalışıyorlardı dersiniz? Bu kafa ile o konuda da anlaşamayacağız.

Tamam anlaşıldı, herkesin Atatürk'ü kendinin olsun.. Ama Atatürk adına birileri çıkıp ahkam kesmesin.. Benim Atatürküm senin Atatürk'ünü döver havalarında dolaşmasın..

Peki şimdi siz bu iddialardan sonra zihninizde nasıl bir resim oluştu?
Selâm ve dua ile.. *

8 Eylül 2008 Pazartesi

Dilde Sadeleşme

Atatürk'ün 20 Ekim 1927 tarihinde yaptığı konuşmasından Gençliğe Hitabe diye meşhur olan kısmı:
Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Bu da sadeleştirilmiş şekli:

Ey Türk gençliği! Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır.

Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli hazinendir. Gelecekte de, seni bu kaynaktan yoksun etmek isteyen iç ve dış kötücüller bulunacaktır. Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan, ödeve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanak ve koşullar çok elverişsiz bir nitelikte belirebilir. Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmedik bir utku kazanmış olabilirler. Zorla ve aldatıcı düzenlerle sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün gemilikleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesi fiilen işgal edilmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık, üstelik, hainlik içinde olabilirler. Dahası iş başında bulunan bu kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.

Ey Türk geleceğinin çocuğu! İşte, bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Bunun için gereken güç, damarlarındaki soylu kanda vardır!
Dilde sadeleşme biraz fazla mı kaçtı ne? 80 sene önceki Türkçe'yi bile anlamakta zorluk çekiyoruz. Harf inkilabıyla eski Türk harflerinin üniversitelerde bile gösterilmeyecek kadar öcü görülmesiyle geçmişimizden yeterince kopmadık mı zaten? Ne gereği vardı bu kadarına? Bu arada sadeleşmiş şekli oldukça ruhsuz gelmedi mi size de?

2 Eylül 2008 Salı

Kurtulduk Mu?

"Atatürk bizi düşman elinden kurtardı, o olmasa bağımsız bir millet olmazdık, dinimizi istediğimiz gibi yaşayamazdık, hatta müslüman olmazdık, (affınıza sığınıyorum) Yunanlar bacılarımızın ırzına geçerdi, namus falan kalmazdı, emperyalist güçlere köle olurduk"
diye ezberleyip ezberletiyoruz. Hakikaten öyle mi? Ben bilemem, bunun deneyi yapılamaz. Ancak Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra sömürülen ve bağımsızlık mücadelesi vermeyen devletlerle kıyas yaparak bir öngörüde bulunabiliriz. "Ulan nankör" deyip hala mankurtluk yapmak yerine eleştirel bir bakış açısıyla durup düşünmek, hata olduğu düşünülen yeri düzeltmek gerekir. Atatürkçü bir arkadaşa bu konu hakkında
"Şu anda Birinci Dünya Savaşı sonrası sömürülen devletlerden daha iyi bir konuma mı sahibiz?"
diye bir soru sormuştum. Vakit dar olduğu için tatmin edici bir cevap gelmemişti. Sömürgrcilere karşı nasıl bir kurtuluş mücadelesi verdiğimizi düşünürsek şu anki durumumuzun çok da iyi olduğu söylenemez. Şehit kanlarının hakkının verildiği iddia edilemez. Yoksa Türkiye'nin kendine has konumu ve durumu herşeyi değiştiriyor mu? Ya da CHP'den sonra iktidara gelen partilerin suçu mu şu anki durumumuz? Aklımda bu sorular varken aşağıdaki gibi bir yazıyla karşılaştım. Yine affınıza sığınarak isimlerin başındaki sıfatlara hiçbir rötuş yapmadan yazıyı olduğu gibi aktarıyorum:


Ladini (laik) T.C. devletinde, yahudi diktatör Mustafa Kemal‘e büyük kurtarıcı, kahraman denilir. Denilir ki: “Türk milletini ve vatanını o kurtardı. O olmasaydı Türk milleti yok olacaktı…” Peki, o düşman kimdi? Ülkeyi işgal edenler kimlerdi? Denilir ki: “İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar. Bu işgalci düşmanlara karşı istiklal harbi yapıldı, ülke ve Türk milleti düşmanlardan kurtarıldı…(???)” gibi palavralarla mekteb-i ibtidâî (ilkokul)’dan beri yeni yetişen nesillerin beyinleri yıkanır.

Türk milletinin ve ülkesinin neyi kurtarıldı? İşgalci düşmanlar işgallerini devam ettirselerdi ne yaparlardı? Bir işgalci güç bir ülkeyi niçin işgal etmek ister? Ne yapar?

Bu sual üzerinde düşünüldüğünde, tarih boyunca ve halen vukuu bulan işgallere bakıldığında bir ülkenin şu maksatlar için işgal edildiği ortaya çıkar:
  1. O ülkenin yer altı ve üstü maddi zenginliklerini, servetlerini ele geçirmek;
  2. O ülkede yaşayan insanların iş güçlerini ve tüketim potansiyelini eline geçirmek yani insanların iş güçlerini, emeklerini bedavaya yada çok ucuza temin etmek. Ayrıca o toplumu bir tüketim pazarı haline getirip kendi ürettiği malları yüksek fiyatlarla satmak;
  3. O ülkede işgalci gücün kendi inanç ve kültürünü, ideolojisini hakim kılmaya çalışıp o ülkenin sürekli kendisine bağımlı kalmasını, ülke insanlarının kendisine düşman gözüyle değil de dost, efendi gözüyle bakmasını sağlamak;
  4. Bunun için de o ülke insanlarını kendi inançları, kültürleri, dünya görüşlerinden uzaklaştırmaya çalışmak. Geçmişlerini unutturmak. Zihinlerini tamamen bulandırmak, sağlıklı düşünemez ve çözüm bulamaz şaşkınlar topluluğu haline getirmek;
  5. O ülkedeki insanları tamamen üstün değerlerden soyutlamak için ahlaki çöküntü oluşturmak. Namus, haya, ahde vefa gibi değerleri ortadan kaldırmak. Ahlaksızlığı, namussuzluğu, yolsuzluğu yaygınlaştırmak;
  6. O ülkede yaşayan insanların, halkın işgalci gücü farkettirip direnç göstermesi ve ondan kurtulmasını düşünüp faaliyete geçmesini sağlayacak tüm düşünce dinamiklerini, değerlerini, inançlarını ve sistemlerini ortadan kaldırmak;
  7. O ülkede yaşayan insanlar arasındaki tüm iletişim fikir ve duygu aktarım vasıtalarını, mefhumlarını ve hatta lisanını tahrif etmeye çalışmak yada işgalci gücün lisanının o ülkede egemen lisan olması için çalışmak;
  8. O ülkede işgalci gücün menfa’atlerini, stratejilerini koruyacak, o ülke ve halkından çok işgalci gücün çıkarlarını gözeten idarecileri o ülkenin başına getirmek. Bu idarecilerin kendileri için çizilen çerçevenin dışına çıkması durumunda işinin bitirilmesi için yeterince askeri gücü, askeri üssü o ülke topraklarında bulundurmak;
“Bir işgalci devlet yada güç işgal ettiği ülkede ne yapmak ister?” sorusuna cevap olarak akla ilk gelen hususlar bunlardır. Şimdi bunlar ile, Türkiye’de I. Cihan Harbi öncesi ve sonrası, yahudi T.C. devletinin kuruluşu ve sonrasında yapılanları bir gözden geçirip değerlendirmesini yapalım:
  • Birinci Cihan Harbi evveli sömürgeci kafir fireng (avrupa) devletleri Balkanlarda kavmiyetcilik akımları oluşturup destekleyerek bir müddet sonra Osmanlı’dan kopmuş devletcikler kurdular.
  • Osmanlı tebaası arasında Türk, Arap vb. kavmiyetcilik akımlarına çeşitli destekler verdiler.
  • I. Cihan Harbi esnasında Osmanlı’nın toprakları sömürgeci kafir devletler tarafından istila edildi, işgal edildi. Ortadoğu, Kuzey Afrika, Anadolu hep işgal altına girdi. Daha sonra bu bölgelerde onlarca “devlet” denilen varlıklar oluşturup başlarına kendilerine sadık yerli işbirlikçiler getirdikden sonra askeri olarak o bölgelerden çekildiler.
  • Fakat bu bölgeler, günümüzde o sömürgeci kafir devletler tarafından halen sömürülmeye devam edilmektedir. Tüm yeraltı ve üstü zenginlikleri o ülkelerin şirketleri tarafından işletilmekte, o ülke halkları ise fakr-u zaruret ve geri kalmışlık kıskacında inim inim inlemektedir.
O kadar bol zenginlik ve servetlere rağmen o ülkedeki hem halkın hem de başlarındaki güya o devlet denilen varlıkların dünyanın en geri, fakir halkı ve devleti olmaları, mesela: petrol zenginliğine rağmen Suudi Arabistan halkının fakir, geri olması ve devletin de 150 milyar dolar dış borcunun olması bu sömürüyü belgelendirmez mi?

Fas, Libya, Tunus, Cezayir, Mısır, Moritanya, Çad, Sudan, Yemen, Arap Emirlikleri, Kuveyt, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Umman, Bahreyn, Katar v.b. hepsinin de durumu aynı. Bütün bu ülke diye isimlendirilen gerçekde sömürgeci güçlerin işgal ve sömürge komiserlikleri/valilikleri gibi çalışan varlıklara ve o beldelerde yapılanlara burada detayları ile girmeyeceğiz.

Ve Anadolu (Türkiye)… Kendisine Garblılar (batılılar) yani sömürgeci kafir güçler tarafından “Türkiye” denilen, sonra da bu bölgelerdeki yerli işbirlikciler tarafından da resmen “Türkiye” diye adlandırılan Anadolu beldesinde olanlara gelince:

I. Cihan Harbinden sonra bu belde de sömürgeci kafir, fireng (avrupalı) devletler tarafından işgal edildi. İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan güçleri Anadolu’yu işgal ettiler. Fakat Ankara’da batılı emperyalistlerin ajanı yahudi diktatör firavun Mustafa Kemal ve diğer yahudi arkadaşları tarafından İstanbul’dan kopuk bir başka ayrılıkçı hükümet bina edildikden sonra bu işgalci güçler bu hükümetin başarısı olarak lanse edilen bir senaryo ile teker teker işgal ettikleri yerlerden askerlerini geri çektiler. Neticede Ankara hükümeti ve başı ingiliz ajanı yahudi diktatör firavun Mustafa Kemal ülkeyi düşmanlardan kurtaran kahraman olarak gösterildiler. Daha sonra da uluslararası platformda, mesela Mudanya Mütarekesi’nde, Lozan’da Ankara hükümeti işgalci güçler tarafından muhatap kabul edildi ve İstanbul hükümeti tamamen üf’ûlesini (fonksiyonunu) yitirir oldu, sonra da tamamen tasviye edildi.

Ankara hükümeti, Lozan-1924 andlaşması ile sömürgeci fireng (avrupa) devletleri tarafından resmen tanınıp ilan edildikten ve andlaşma imzalandıktan sonra ingiliz ajanı yahudi firavun Mustafa Kemal ve yahudi çetesi Ankara’da oluşturulan uyduruk meclis ve hükümet ile sömürgeci kafirlerin Lozan’da kendilerine dikte ettirdikleri vazifeleri teker teker yapmaya koyuldular. Bunları da Türk Milleti adına bağımsızlık, istiklal, vatanseverlik, milliyetcilik, kalkınma, çağdaşlık, cumhuriyet maskeleri altında yaptılar. Neler yaptılar, şimdi bunlara bir göz atalım:
  1. İslâm idare sistemi olan Hilâfet ilga edildi. Tamamen tasviye edildi. Hilâfet mefhumuna topyekün savaş açıldı. Onu tahrif etmeye ve hatta tamamen unutturmaya çalışıldı.
  2. Ülke insanlarının dini olan İslâm’a topyekün savaş açıldı. İslâm inancına, mefhumlarına, sistemleri ve hükümleri olan İslâm şeriatına topyekün savaş açıldı. İslâmî bir çok kurum, mefhum, hüküm yasaklandı. Şeriat ilga edildi. Farzları yasaklandı, Haramları emredildi. Hatta bazı camiler kapatıldı, ahır yapıldı.
    • Ezan yasaklandı. "Türkce ezan" diye uydurdukları bir şey mecbur edildi, emre uymayanlara eziyet çektirildi, zindana atıldılar.
    • Kur’an-ı Kerim okutulması, tahsil edilmesi yasaklandı. "Türkçe ibadet" diye saçma bir dayatma ile namazda dahi Kur’an okunması yasaklandı. Kur’an’a karşı bu tahammülsüzlükleri halen devam etmektedir. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin tek gerekcesi, 14 yaşından önce çocukların Kur’an okumalarını ve İslam eğitimi almalarını engellemekdir. Yani bu halkın gelecek neslinin Kur’an’dan tamamen kopması istenmektedir. Arapça da yasak edildiği için Kur’an okumasını bilenler de zaten ondan bir şey anlamıyorlar, piyasada var olan ve yanlışlarla dolu olan meallere mahkum kalıyorlar. Bu halkın hayat menşe’i olan Kur’an ve Sünnet’den, İslâm kültüründen kopuk kalması için her sey yapılıyor olması ve bunun en öncelikli iş olarak hatta güvenlik stratejisi olarak telakki edilmesi, sömürgeci kafir İngiltere hükümetinin başı Lord Curzon’un I. Cihan Harbi öncesinde Lordlar Kamerasında söylediği şu kelamları hatıra getiriyor:
    • “Bu Türkleri etkisiz hale getirmek için onları kendisinden güç aldıkları şu kitapdan koparmaktan başka çare yoktur”
      deyip Kur’an’ı göstermesi.
    • Bütün bu yapılanlar, işgalci, sömürgeci kafir İngiltere’nin bu hedeflerini gerçekleştirdiğini sergilediğine göre, ülke ve Anadolu halkı hangi işgalden ve kimden kurtarılmışdır acaba???
  3. Bu ülkede bu halk arasında sömürgeci kafirlerin isgalleri esnasında yapamadıkları namussuzluklar, zulümler despot laik (kafir) yahudi T.C. devleti kurulduktan sonra daha hızlı, yaygın ve çokça yapıldı.
    • Kılık kıyafet devrimi adı altında küfrün, gavurun sembolü olarak görülen fötür şapka giyilmesi halka zorunlu kılındı.
    • Kadınların İslâmî kavâid’e (kurallara) uygun örtüsü men’ edildi. Fransız askerlerinin yapamadığını gaddar laik (kafir) T.C. yahudi devleti idarecileri fazlasıyla yapdılar.
    • cumhuriyet baloları, bayramları v.b. etkinlikler ile daima haya, namus duyguları törpülendi.
    • İçki, kumar, fuhuş devlet garantisi ve himayesi ile yaygınlaştı. Gaddar, laik (kafir) T.C. yahudi devleti’nin ilk açtığı fabrikalar içki fabrikaları oldu. Fuhuşhaneler devlet himayesinde yaygınlaştırıldı.
    • Mekteblerde her yaşta eğitim "karma eğitim" adı altında delikanli çağında kız ve erkek çocuklar iç içe, bir sırada oturmaya ve karma etkinlikler, partiler, piknikler, spor faaliyetleri yapmaya zorunlu kılındı. Maksat tedrisatdan çok gençler arasında namus, haya duygularını köreltip namussuzluk ve ahlaksızlığı yaygınlaştırmakdı.
    • Matbuat (basın-yayın) vasıtası ile ülkedeki tüm İslâmî değerlere saldırı kampanyaları yapıldı. Bu kötü gidişata, ihanete dur demek isteyerek tepki gösterenler 1. derecede düşman ilan edilip "irticacı", "gerici", "yobaz" gibi yaftalarla linç edilmek istendi, bu insanlar psikolojik baskı altına alınarak direniş sindirilmeye çalışıldı.
  4. İstanbul’un fetih sembolü olan Ayasofya ve Aya İrini gibi fetihle birlikte cami yapılan tüm kiliseler tekrar kiliseye ya da müzeye çevrildiler. İstanbul, İslambol olmakdan ziyade İsyanbol bir şehre tebdîl edildi (dönüştürüldü). Mafyanın, fuhuşun merkezi haline getirildi. Şu halde İstanbul’da işgalcilerin hedefi gerçekleşmiş olmadı mı?
  5. İslâm’ın Nizam ve hükümleri men’ edildikden sonra hayatın her alanında, sömürgeci kafirlerin kanun ve nizamları alındı. Laiklik (kâfirlik), cumhuriyet (despotizm), milli egemenlik, özgürlükler, Roma hukuku menşeili yargı düzenleri hepsi onlardan alındı.
  6. Eğitim müfredatı tamamen onlardan alındı, bütün bilgi masdarı onlardan alındı. Harf inkılabı ile Yunan harfleri ya da latin harfleri alındı. Arapça harfleri tamamen men’ edildi. Böylece bu halkın bütün bilgi ve kültür menşe’i ile alakası kesildi. Sömürgeci kafir devletlerinin verdiği bilgi tek bilgi menşe’i oldu.
  7. Firengli (avrupalı), garbli (batılı) olmak ilerlemenin, gelişmenin tek ölçüsü kılınıp yüksek ideal olarak gösterildi. Tüm tedrisat kurumlarında fireng (avrupa) kutup yıldızı, kıble olarak gösterildi. Firengliler yani sömürgeci kafirler Mr., Mösye, Efendi, centilmen, asil, kibar, aydın, olgun ideal insan tipi olarak gösterildi. En iyi tefekkür eden, en iyi bilen, en iyi iş yapan olarak ibraz edildi. Onun için Garb malı dendi mi tereddütsüz sorgulanmadan alınır satılır oldu. Garbli dendi mi gıbta edilen, hatta önünde saygı ile eğilmesi gerekilen tip olarak ibraz edildi.
  8. Bu kompleksle Garb ile bütünleşmek, onların arasına girmek, onların coğrafyasının bir parçası olmak, kurumlarının hakimiyetine teslim olmak aşk mertebesinde bir tutku olunca, sömürgeci kafirlerin ordularının bu ülkede askeri üsler bina etmeleri yadırganmaz oldu. Sömürgeci kafirlerin kurumlarının bu ülkedeki mal, hizmet fiyatlarını ve memur işçilerin ücretlerini takdir etmeleri yadırganmaz oldu. Nasıl olsa Firengler, Garbliler ne yaparlarsa en iyisini yaparlar, en iyisini bilirler!..
    Bu ülkede NATO adı altında İngiliz, Fransız, İtalyan, ABD, Yunan cünûdunun (askerlerinin) fiilen mevcud olması, ayrıca ABD müfrezesinin (askeri üs) bulunması, bu müfrezelerden bu halkın maslahatlarına aykırı da olsa askeri operasyonlar yapılıyor olması (Kuzey Irak’a yapılan operasyonlar gibi) fiili işgal değil midir?
    Bu ülkede stand-by adı altında mali politikayı, bütçeyi IMF gibi kuruluşların belirliyor olması işgal değil de nedir?
  9. İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Ege Adaları, Kıbrıs gibi hayati sevkülceyşî (stratejik) noktalar fiilen elden çıkmışsa, bu bölgelerde bu halkın maslahatları korunamıyorsa bu ülkenin neresi işgalden kurtulmuş oluyor?!?!..
  10. Türkiye dünyanın en zengin yer altı ve yer üstü servetlerine, imkanlarına sahip olduğu halde Türk halkı fakr-u zaruret içinde geri kalmış bir toplum ise, devlet de 350 milyar dolarlık bir borç yükü altında ise ve toplum bir tüketim toplumu haline gelmişse sömürünün devam etmediğini kim söyleyebilir?
Aklı başında bir Müslüman Türk, bu vakıaya razı olup teslim olabilir mi? Bu durum ve ahval ülkenin fiilen bir örtülü işgal altında olduğunu, sömürgeci kafirlerin işgal etmekle yapmak istediklerinin, hedeflerinin hepsini gerçekleştirdiğini ve halen devam ettiğini, idarecilerin ve reislerin de bu durumun koruyucusu olarak bir ihanetin, sömürgeci kafirlerle işbirlikciliğin içinde olduğunu açıkça ortaya koymuyor mu? Bu ihanet işbirlikcisi idareciler ve reislerin Müslüman Türk olması mümkün mü?

31 Ağustos 2008 Pazar

Atatürk'ün Dine Bakışı 1

Muğlakta kalan önemli konulardan bir tanesi Atatürk'ün İslam dinine bakış açısıdır. Kimileri bunun sorgulanmasına karşı çıkıp "Neyse ne, sanane" diyebilir. Ancak Cumhuriyetin ilk dönemlerinden bu yana Atatürk ve inkilapları bahane edilerek müslümanlara baskı, eziyet ve daha birçok farklı türde zulümler uygulanmakta, sonra pişkin pişkin "Sizin dinizde zaten bu yok", "İslam'da bu şart değil", "Bu kısmı arap adeti" diyerek haklı çıkılmaya çalışılmaktadır. O yüzden bu meselenin araştırılması gerekmektdir.

Öncelikle şurası iyi bilinmelidir ki Atatürk İslam dinine hem karşı çıkmış hem de onu savunmuştur. Bir yazar Atatürk'ün dindar olduğunu iddia edip spatlayabileceği gibi başka bir yazar da Atatürk'ün her türlü dogmaya karşı olduğunu, bu yüzden hiç bir dini kabul etmediğini iddia edip ispat edebilir.

Atatürk'ün Dindar Olduğunu İddia Edenlerin Delilleri

Türklerin İslam'a karıştırdıkları hurafelerden şöyle bahsediyor:
Türkler, İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam'ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini olduğu gibi almamakta inatçı bulundular. İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor... (Sadi Borak, Atatürk ve Din, s. 36-37)
İslam dininin mükemmel ve son din olduğunu şu sözleriyle söylüyor:
Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam'ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı. (Atatürk'ün S.D. II, 1923, s. 127)

Orjinali:
“Bilhassa bizim dinimiz için, herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyarla hangi şeyin bu dine muvafık olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa menfaatı ammeye muvafıktır, biliniz ki o bizim dinimize de muvafıktır. Bir şey, akla, mantığa, milletin menfaatına, islamın menfaatına muvafıksa kimseye sormayın, o şey dindir. Eğer bizim dinimiz akla, mantığa tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel olmazdı. Ahir din olmazdı.”
Atatürk; Peygamber Efendimizi çok iyi tanımış, onun üstün özelliklerini çeşitli vesilelerle anlatmıştır:
O, Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. O'nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonuca kadar O, ölümsüzdür. (Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri)
'O'nun hak peygamber olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve Bedir destanını okusunlar. Hz. Muhammed (sav)'in bir avuç imanlı Müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir'de kazandığı zafer, fani insanların karı değildir; O'nun peygamber olduğunun en kuvvetli işareti işte bu savaştır. (Hakikati Tasvir, "Ş. Günaltay'ın Anıları")

"Bütün dünyanın Müslümanları Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler." (Atatürk, Nedim Senbai, A.Ü. Dil, Tarih, Coğrafya Yay., s. 102, 1979)
Atatürk'ün Hz. Muhammed (sav)'e duyulacak sevgiyi tarif ettiği sözleri ise şöyledir:
Büyük bir inkılap yapan Hazreti Muhammed (sav)'e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir. (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, sayı 100, s. 4)
Atatürkün müslüman ve dindar olduğunu ilan edişi:
'... Halbuki Elhamdülillah, hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız....'
(16 Mart 1923, Adana Türk Ocağı, esnaf ve sanatkarlarla toplantı)
Atatürk'ün günlüklerinde 1922 yılının Mart ayında Sivrihisar, Aziziye ve Akşehir'de hafızlara sık sık Kur'an okuttuğu görülür.

TBMM'nin açılış bildirisi ve Atatürk'ün 7 Şubat 1923 tarihinde Zağanos Paşa Camii'nde verdiği Balıkesir hutbesi adıyla anılan hutbesi de ayrıca incelenmesi gereken konulardır. Şu anda bunlara değinmeyeceğim ancak okunmalarının her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için zaruri olduğunu düşünüyorum.

Atatürk'ün son sözü şu olmuştu:
Hz. Muhammed'in bir avuç imanlı Müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan muharebesinde kazandığı zafer, fani insanların karı değildir, O'nun Peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır. (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.28)
Atatürk"ün Hz. Muhammed'e duyulacak sevgiyi tarif ettiği sözleri ise şöyledir:
"Büyük bir inkılap yaratan Hazreti Muhammed'e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir." (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, sayı 100, s. 4)
İslam Dinine Karşı Bir Tavır Sergilediğinin Delilleri

Öncelikle bilmek gerekir ki Atatürk öldüğünde cenaze namazı kılınmamış, kardeşinin son anda isteği üzerine kısa bir dua okunarak, Dolmabahçe Sarayı bahçesinde bir tören yapılmıştır. Cenazesi herhangi bir camiden kalkmamıştır. Bu olay, yetişmesini istediği neslin ürünüdür.

Balıkesir hutbesi Atatürk'ün inancı hakkında bir delil olmaz. Napolyon gibi bir imparator dahi Mısır seferi sırasında Mısırlılara kendisinin de bir Müslüman olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Atatürk de uygulamak istediği siyaset icabı, halk önünde böyle bir konuşma yapmamayı uygun görmüştür. Ancak, kendi öz düşüncelerine baktığımızda, İslam hakkındaki görüşlerinin Müslümanlar tarafından pek kabul edilebilir nitelikte olmadığı açıkça görülür.

Atatürk'ün emriyle liselerde okutulan Tarih Kitabı (1931) II. cilt, "Kur'an ve Vahiy":
"Muhammed'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur'an denir..... İslam ananesinde bu ayetlerin Muhammed'e Cebrail adında bir melek vasıtasıyla Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur.

Tarihi nokta-ı nazardan da mütalaa edildiği zaman görülüyor ki; Muhammed birdenbire Allah'ın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve iptidai ve islaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları islah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur....."
Afet İnan'ın "Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün El Yazmaları" kitabından:
"Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir fikri yoktur; din dediği şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka birşey değildir."
"Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur."
"Tüm dönemlerde toplumun kutsallaştırdığı boş düşüncelerden tehlikesizce sıyrılmak imkansızdır."

"Kur'an'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler!"
Afet İnan'ın Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün El Yazmaları kitabından:
"Hürriyet insanın düşündüğünü ve dilediğini başka birinin hiçbir tesir ve müdahalesi olmaksızın mutlak olarak yapabilmesidir. Bu târif Hürriyet kelimesinin en geniş mânasıdır. İnsanlar bu mânada Hürriyete hiçbir zaman sahip olmamışlardır ve olamazlar. Çünkü malumdur ki insan tabiatın mahlûkudur. Tabiatın kendisi dahi mutlak hür değildir, kâinatın kanunlarına tâbidir."

"Tabiatın ve tarihin mahsulü olan bir milletin fertleri daima bu hakikatle karşı karşıya bulunur ve ona hürmet eder."

"Ibtidaî insan kümelerinde ata korkusu ve nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu yerine kâim olan Allah korkusu insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız memnular yaratmıştır!"

"Tabiatın herşeyden büyük ve herşey olduğu anlaşıldıkça tabiatın çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı."
Bu da aynı konudaki başka bir sözü:
"Natür, İnsanları türetti,onları kendine taptırdı da." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri)
İsmet Bozdağ'ın Kitabından bu konu hakkındaki bilginin birazı:
Kazım Karabekir şöyle anlatıyor:
"10 Temmuz 1923 Ankara istasyonundaki kalem-i mahsus binasında Fırka nizamnamesini müzakereden sonra, Gazi ile yalnız kalarak hasbihallere başlamıştık.

"Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdurlar" dediler. Kendisini hilafet ve saltanat makamına layık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan, din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla latife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce, şu izahatı verdi:

"Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar! Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz!" (Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası: Atatürk-Karabekir, Yayına hazırlayan: İsmet Bozdağ, Emre Yayınları, Aralık 1991, s.143)
(Aynı hatıraları Uğur Mumcu "Kazım Karabekir Anlatıyor" ismiyle neşretmişti. Oradaki ifade şöyledir: "Bunun için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız.")

Karabekir 14 Ağustos 1923 tarihinde Türk Ocağı’nda verilen bir çay ziyafetine gitmeden önce şu bilgileri işitdiğini bildiriyor:
"Gazi Kur’an-ı Kerimi bazı İslamlık aleyhdarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’anın Arapça okunmasını namazda bile yasaklayarak bu tercümeyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya boğarak, güya Kur’anı da, İslamlığı da kaldıracaktır!"
Akşam M. Kemal’e bu konudaki itirazlarını bildirince olanları şöyle anlatıyor:
"M. Kemal paşa beyanatıma karşı hiddetle bütün içini ortaya döktü:
Evet Karabekir; Arapoğlunun yavelerini Türkoğullarına öğretmek için Kur’anı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip aldanmakda devam etmesinler!...
Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kur’anı ve Peygamberi her yerde medh ve sena eden ve hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri beklemek herkese eza veriyordu."
(Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası: Atatürk-Karabekir, Yayına hazırlayan: İsmet Bozdağ, Emre Yayınları, Aralık 1991, s.158-159)
"Gökten indiği sanılan kitaplar" sözünü sarfettiği cümle:
"Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz." (Atatürk'ün 1 Kasım 1937 günü TBMM'de yaptığı konuşmasından)
Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün El Yazmaları kitabından başka bir konu:
"Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilâkis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü, Muhammedin kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu." (Medeni Bilgiler, Kemal Atatürk, s.364)
İlk kez 1931 yılında basılan "Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri" kitabında İslam ve Hz. Muhammed (s.a.s)’le ilgili ilginç "küçümseyici" ifadeler yer alıyor. 1932’de de T.T.T. Cemiyeti Tarafından yazılan ve 1941 yılına kadar liselerde okutulan Tarih kitaplarında, İslam dini ve peygamberi Hz. Muhammed’le ilgili hakarete varan ifadeler kullanılıyor. İşte kitaplardan birisi:

Orta Zamanlar Tarih 2
Muallim Abdülbaki'nin yazdığı, 1927-1931 yılları arasında Türkiye’de 3., 4. ve 5. sınıflara okutulan "Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri" isimli kitapta her türlü dini mesele Atatürk ve Türklük ile bağdaştırılıyor ve İslam dini "Namaz kılmasanız da bir şey olmaz" tarzında öğretiliyor. Kaynak Yayınları tarafından 2005 yılında tekrar basılan bu kitaptan birkaç alıntı:
"Kurban bayramlarında da bir kurban keserek kendimiz yiyeceğimize, muhtaç olmayan komşularımıza dağıtacağımıza, kurban paralarını bu cemiyetlerden birine verirsek, Allah daha çok razı olur."
"Allah’a en büyük ibadet, onu sevmek, hayırlı bir insan olmak, milletimize, vatanımıza, hükümetimize, sonra da bütün insanlara faydamızın dokunmasıdır. Yoksa namaz kılmakla, oruç tutmakla hiç kimseye bir hayır etmiş olmayız."
Daha fazla bilgi için Atatürk'ün emri ile okutulan o dönemin kitaplarını inceşeyebilirasiniz.

Atatürk'ün, ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill'e 1933'te açıkladığı "dinle ilgili" düşünceleri de bu bağlamda okunması gerekn bir konudur ki ben burada değinmeyeceğim.

Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isterseniz araştırmaya devam edebilirsiniz. Ama unutmayın ki aradığınız kaynakların önemli bir bölümü sansürlenmiştir. Sözü fazla uzatmaya gerek yok. İmanın bir cüzünü inkar eden tümünü inkar etmiş olur kaidesince Atatürk'ün İslam aleyhindeki bir sözü de bu ikici görüşü ispat etmeye yeter.

Peki Bu Ne Demek Oluyor?

Atatürk için önemli olan aklındaki muasır medenyetler seviyesine çıkmaktır. Bunun da geçmişe bağlılıkla değil bilim ve fen ile olacağını savunur:
"Gözlerimizi kapayıp tek başına yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız. Aksine yükselmiş, ilerlemiş, uygar bir millet olarak uygarlık düzeninin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak bilim ve fen ile olur. Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız. Ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. Hayat ve geçime egemen olan kuralların zaman ile değişme, gelişme ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşlarının, tekniğin harikalarının dünyayı değişiklikten değişikliğe uğrattığı bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle, geçmişe bağlılık ile varlığın korunması mümkün değildir. Uygarlık öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar, yok eder. Uygar olamayan insanlar ve toplumlar, daima uygar olanların ayakları altında kalmaya mahkûm olacaklardır."
Atatürk kendini bilim ve fene o kadar kaptırmıştır ki
"De ki: Allah dilemedikçe, ben ne kendime bir fayda sağlayabilirim ve kendimden bir zarar uzaklaştırabilirim"(Araf, 7/188)
mealindeki ayete aykırı olarak tüm menfaatlerin ilim ve fenle olacağını sanmıştır:
"Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir. Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekamülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanında takip eylemek şarttır."
Başka bir söze göre de çalışmakla olacağını sanmıştır:
"Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak!"
Atatürk'e göre İslam dini de akla, mantığa ve halkın menfaatine uygun olduğu sürece kabul edilebilir:
"Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam'ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı. (Atatürk'ün S.D. II, 1923, s. 127)"
"Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman süratle ilerliyor, ulusların, toplumların, bireyleri mutluluk ve mutsuzluk anlayışları değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişmesini yadsımak olur. Benim Türk ulusu için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (doğrultu) üzerinde, akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."
Atatürk, İslam dininin tamamen ilme ve mantığa uygun bir din olduğunu şöyle ifade etmiştir:
"Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. ... İslam'ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, s. 93)

Orjinali:
“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme, mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.”

"Müslümanlık, aslında en geniş mânasıyla müsamahalı ve çağdaş bir dindir."(Atatürk’ten B.H., s. 70)
Aksi takdirde evinizi kurtarmak için verdiğiniz çetin bir mücadele sonrası kapı dışarı ediliverirsiniz. Atatürk'ün meşhur sözlerinden:
"Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır."
Dininizin temeli de çok sağlam olmalı. Yoksa daha sağlam temeller üzerine yeni bir bina (din) ile de karşılaşıverebilirsiniz:
"Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak bir çok yabancı unsur (tefsirler, hurafeler gibi) binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilmez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır." (Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün İslam’a Bakışı)
Bütün bunlardan Atatürk'ün İslam'a karşı bir tavır sergilediği ortaya çıkıyor. Bu tavır, Atatürk'ün ilk ölçüsünün bilim ve akıl olmasından ve İslam dinini de bilme ve akla uyduğu sürece kabul edip benimsemesinden kaynaklanıyor. Halbuki bir müslüman için ilk ölçü dinidir. Akıl ve bilim ancak dine hizmet eder.

Fethullah Gülen, Sohbet-i Canan kitabının 55. sayfasında meseleyi şöyle özetliyor:
"Evet, Allah'ın koymuş olduğu sınırların dışına çıkanlar ilmi ve ilmî düşünceyi âdeta kutsamışlar, akla ve mantığa ters olduğu iddiasıyla dine ve dinî değerlere baş kaldırmışlardır. Batı tarihi açısından bakıldığında belki bazı haklı nedenlere dayanan bu yaklaşım, ne yazık ki dinlerin mahiyet ve muhtevalarındaki farklılık hiç nazara alınmadan bize de yansımış ve aynıyla taklit edilmiştir. Eski yıllarda bu durumu bir darağacı misaliyle izah etmeye çalışmıştım. Temelde başkaları için kurulan darağacında hiç hak etmediği halde dinimiz, inançlarımız ve kültürümüz de berdar edilmiştir."
İlk ölçü olarak bilimi ve aklı kabul eden Atatürk'ün namaz kılmasını, kurban kesmesini elbette bekleyemeyiz. Vicdanında hissetmiyor olabilir. Nitekim Atatürk akıl ve bilimin yerini belirledikten sonra da dinin bir vicdan işi olduğunu iddia ederek onu ikinci plana atmış ve üşenen insanlara dini terketmek, dini zorunlulukları kafaya takmamak ve İslam'ın istediği hükmünü kabul edip istediği hükmünü kabul etmemek hususunda cesaret vermiştir:
"Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz, dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasde ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz." (Sadi Borak, Atatürk ve Din, 1962)

“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.”
Onun yolundan gidenlerin kısır akıllarına dayanarak "Benim kalbim temiz", "Kurban kesmek yerine parasını verelim, hatta horoz keselim" gibi sözler sarfetmesi ve eline Kemal Paşa'nın emriyle yazılan Kur'an mealini alıp ahkam kesmeye başlaması çok doğal.

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak ya da kaş yaparken göz çıkarmak bu olsa gerek. Birkaç hurafeyi terketmek için binlerce bidatin yolunu açmak...

Peki nasıl oluyor da Atatürk hem her türlü dogmaya ve hurafeye karşı oluyor hem de dinin bir vicdan işi olduğunu, kimsenin buna karışamayacağını iddia edebiliyor? Bu sorunun cevabını ben bulamadım. Cevap yerine Murat Belge'nin bir yazısından alıntı yapıyorum:
"Kemalizm genel olarak 'din' olgusuyla sorunu olan bir ideoloji değildir. Sorunu İslam'ladır ve bunun nedeni de bu dini 'ulusal kalkınma'ya engel olarak görmesidir. Ama herhangi bir durumda İslam'ın araçsal bir 'yarar'ı olabilecekse, Kemalist, bunu da sonuna kadar kullanmaya hazırdır."
...
"Müslümanlık yanlıştır' diye bir iddiası yoktur. 'Dindar olmayın' demez ve genel bir (sekülarist) din eleştirisine hiç girmez, bu konuda söylenmiş tek sözü yoktur. Ama "İslam sizin bildiğiniz gibi değildir. Şimdi oturun, kollarınızı göğsünüzde kavuşturup dinleyin, İslam'ın ne olduğunu ben size anlatacağım" der.
Başlar anlatmaya: "İslam'da örtünme..."
...
"Şu halde, özetle, Kemalist, topluma 'Dindar olun, iyidir' der ve arkasından hemen ekler, 'Şimdi dininizi size ben öğreteceğim.' Her türlü dini düşüncenin yarattığı zihni tutsaklıkla mücadele etmez, tersine, o tutsaklığın yarattığı zihni kalıpları kendi biçimlendirdiği 'laik din'in yerleştirilmesi için faydalı araçlar gibi görür, kullanmaya çalışır."

29 Haziran 2008 Pazar

Yer Neden Çeker?

Bir olay her zaman aynı şekilde vaki olursa ve herhangi bir istisnası ile henüz karşılaşılmamışsa aynı olayın daha sonra da aynı şekilde olacağını öngörmek adedimiz olmuştur. Aslında bu öngörü kabiliyeti insanlar için bir nimettir. İnsanları “Acaba yarın yine Güneş doğacak mı?” şeklindeki vehimlerden kurtarır. Bu öngörülerin bilimsel (ne demekse) bir temele oturtulmuş haline kanun denir. Bu kanunlardan biri de yerçekimi kanunudur ki irdelenmesi ve üzerine düşünülmesi gereken bir mevzudur.

Öncelikle yerin çektiğini Newton bulmadı. Newton’dan önce de yerçekimi vardı ve insanlar normal şartlar altında yüksekten bırakılan bir cismin yere düşeceğini elbette ki öngörebiliyorlardı. Newton buna “çekme” dedi ve yerin çekmesinin maddeye olan etkilerini kendinden öncekilerden farklı olarak sadece matematiksel bir formüle oturttu.

Her zaman olduğu için yerçekimi kanunu dediğimiz bu çekimin kaynağı ne? Yer neden çeker? Yerin çekmemesi hiç vaki midir? Günümüzde bu sorulara verilen yanıtlar “Yerçekimi kanunu vardır ve kanun bu şekildedir” türünde bir kabullenişin ürünüdür. Her şeyi sorgulayan bir zihniyet yetiştirmeyi amaç edinenler, sorgulamanın kendi çıkarlarını sarsacağı dereceye gelmeden durması için kısır döngü oyunlara başvuruyorlar.

Bir bilim adamına “Arılara bal yaptırtan şey nedir?” diye sormuşlar. Bilim adamı “içgüdü” diye cevap vermiş. “İçgüdü nedir?” diye sorulduğunda da “Arılara bal yaptırtan şey” diye cevap vermiş. Aynen öyle de Dünya’nın çekmesini yerçekimi ile açıklayıp yerçekimini dünyanın çekmesi şeklinde tanımlayanlar apaçık bir çelişkiye düşmektedirler. Hatta bunu yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar tartışmasına çevirerek de genç beyinlerin asıl noktayı kaçırmalarına sebep olmaktadırlar.

Birçok olayın bir sebebe bağlandığı şu dünyamızda, görünen bir sebebe bağlı olmayan yerin çekmesi, yağmurun yağması, ısınan buharın genleşmesi gibi olaylar da vardır. Bu gibi olaylar da bir sebebe bağlanmış ve insanoğlu o sebebi keşfedememiş olabilir. Her ne şekilde olursa olsun sebepler sadece bir perdedir, işleri yapan başkadır. Asıl işi yapanı saklamak isteyenler, bilimsellik hırkasını giyip her olayı sebeplere bağlamaya çalışmaktadırlar ve sıkıştıkları yerde de “kanundur” diyerek işin içinden çıkmaya çalışmaktadırlar.

Her şeyin bir sebebe bağlanması da, doğa kanunlarının olması da, akıllı insanoğlunun akılsız maddenin sırlarını henüz keşfedememiş olması da tek bir gerçeğe işaret ediyor. Bu blogda “Sorgulamak lazımsa bunları da sorgulayın” sloganıyla yazılar neşredip gerçek bilimin inkâra değil imana hizmet edeceğini ispat etmeye çalışacağım inşallah.